Buğday-Basın-Siyaset

Geçtiğimiz yıl bu zamanlar İzmir'de Adnan Saygun Kültür Merkezi'nde 'Buğdayın Başına Gelenler’ temalı bir konferansa katılmıştım....

Geçtiğimiz yıl bu zamanlar İzmir’de Adnan Saygun Kültür Merkezi’nde ‘Buğdayın Başına Gelenler’ temalı bir konferansa katılmıştım. Konferansı İzmir Akdeniz Akademisi tertip etmişti. Konferansa katılanlara konuyla ilgili broşür ve not almamız için ufak bir defter de verilmişti. Defteri geçen gün tekrardan inceledim. Aldığım notları okudum. Aslında bu konferansa gelmeden önce Buğday filmini izlemek gerekli olduğunu da teslim edenlerdenim. Yoldan çevrilsek ve buğday kelimesi ile yüzleştirilsek hemen hepimiz deriz ki ekmeğimiz, aşımız ve de biz de bunun için gece gündüz demeden çalışıp çabalıyoruz. Buraya kadar iyi güzel de toplumsal olarak kaliteyi aramaz mı olduk acaba?

Beşinci sınıf undan birinci sınıf ekmek yapmak mümkün olmuyor. Soframıza aldığımız ekmekleri bile kaçıncı sınıf undan yapılmış diye düşünür olduk. Bir buçuk liraya da dört liraya da ekmek alabiliyoruz. Fiyat artıkça ister istemez ekmeğin gramını da tetkik eder olduk. Ekmeğin kalitesi ile geçim ve siyaset arasında kopmaz bir bağ olduğu sır değil. “Ben siyasetle ilgilenmiyorum” diyenlere “Acaba siz ekmek yemiyor musunuz?” diye sormak isterdim. Ya hep ya hiç yerine doğru, iyi, kaliteli olanları seçici olmak, hakikatin siyah ve beyaz değil de gri olduğunu kabul etmekten geçiyor. Siyasetle ilgilenmek, particilik yapmayı ve partizan olmayı gerektirmiyor. Siyaseti çok yakından takip edip hiçbir partiye üye olmayabiliriz. Ne var ki herhangi bir partinin politikalarını desteklemek; onu eleştirmemek, kritik etmemek olmamalı… Sorgulanmadığında beyazın içinde siyahı, siyahın içinde beyazı göremez oluruz. Toptan beyaz, toptan siyah ayrımları, bizi haksızlığa ve adaletsizliğe sürükler. O yüzden filozof Andre Gide’nin her görüşüne katılmasam da şu tespitini takdir ederim; ‘Hakikatin rengi gridir.’

Doğruları keskin sınırlarla ayırmak mümkün değil. Sorgulamak, akıl yürütmek zor geliyor diye siyaseti takip etmeyecek, ilgilenmeyecek miyiz? Tıpkı her seferinde aynı fırından aynı ücretle aldığımız ekmeğin gramajında, tadında , ununda herhangi bir değişim olduğunda “Ya hep ya hiç” mi diyeceğiz, çözüm olarak ekmek yemeyecek miyiz?

Kalite… Geçim mücadelesinde yaşanılan tatsızlıklar, domino etkisi misali her yere sirayet ediyor. Siyasette yaşanılan seviyesizlikler, kalitesizlikler el hak ekmeğe de yansıyor.

Rahmetli ninemin bahçesinde yaptığı ekmeğin kokusu bile başkaydı. Eskilerin tabiriyle söylersem bereket vardı. “Paranın da ekmeğin de kendince bereketi vardır” diye boşuna söylememişler.

Buğdayın, ekmeğin başına gelenler, aslında yarınların bir anlamda habercisi hükmünde…

Yaşanılan iklim değişiklikleri, tarım topraklarının son hali, GDO içeren ürünler vs. hemen hepsinin toplumdaki değişimi, ekonomi ve siyaset kurumu ile ilgili olduğu kadar basın ve medya ile de son derece ilgilidir. İster kelebek etkisi ister domino etkisi diyelim bir alandaki dönüşüm, diğerlerini de etkisi altına alıyor.

Buğdayın merkezi, Anadolu topraklarıdır. Hatırlarsanız derviş Yunus Emre, 12. yüzyılda ekmeksiz kalan köyü için Hacı Bektaş’ın dergahına gelir. İlk karşılaştığı soru, “Buğday mı nefes mi?” olur. Genç ve tecrübesiz Yunus, sefalet çeken köylüsü için “Buğday” dese de sonra işler değişir. Tekamül planında nefese de ihtiyaç vardır. Velhasıl o zamandan bu zamana Anadolu’da buğday da nefes de çok kıymetlidir. Buğday ve nefes; beden ve ruh bütünlüğü demektir. Hem bedenen hem ruhen sağlıklı olabilirsek gerçek anlamda kaliteyi yakalamış olacağız.

Hatırlayalım, 2010 yılında Abdullah Gül’e İrlanda Cumhurbaşkanı’ndan teşekkür mektubu gelmişti. Osmanlı Devleti’nin büyük kıtlık yaşanılan yıllarda İrlanda’ya olan yardımını unutmayan İrlandalılar, ülkelerine gelen bize nasıl müteşekkir olduklarını kendilerince takdim etmeye çabalarlar.

Buğdayın başına gelenler, bugün pişmiş tavuğun başına gelenleri andırsa da ümidimizi yitirmeyelim. Kış geceleri, bozacının “Haydi, boza ile ısının” demesiyle başlamış bulunuyor. Bu geceler, sıcacık evlerimizde daha fazla tefekkür edebilmek için harika fırsatlar. Bir elimizde bozamız, diğer elimizde gazeteler, kitaplar, dergiler… Okudukça, okuduklarımızı karşılaştırdıkça fikirlerimizin de değişip dönüştüğünü fark edeceğiz. İşte o zaman;

Hangi ideolojiden, hangi partiden olursak olalım fanatikçe düşünmeyeceğiz. Kalitesizlikleri, yanlışlıkları; doğrular ve iyilerden seçebilecek feraset dediğimiz bilgi ve inanca sahip olacağız. Üç beş kuruşluk ayak oyunları ile partizanca davrananları, laikliğin ya da dindarlığın arkasına saklanıp Atamızı ya da Peygamberimizi öne sürerek arkada fırıldak çevirenleri sezebilecek ferasette değilsek ekmeğimiz de emeğimiz de tehlikede demektir. Malum, son günlerde gazetecilik adı altında yaşanılan tatsızlıklar da siyasetteki ayak oyunları kadar bizi üzüyor. Siyaset ve basın, seviyeli ve ilkeli olursa toplumun genelinde de huzur ve refah hissedilecektir.

Allah saklasın, ‘Kendim Ettim Kendim Buldum’ türküsünü koro halinde haykırmak durumunda kalmayalım, öyle değil mi efendim?

Perdenin önünde ve arkasındaki olayların ayrımını fark edip silkelenmenin zamanıdır.

Ekmeğin de emeğin de inanç kadar kutsal olduğunu tekrardan idrak edebileceğimiz; partizanlık yapmadan daha iyi bir şekilde topluma hizmet edebilecek kişileri destekleyeceğimiz güzel günlerin vakti gelmiş olsun…

Bakmadan Geçme