Biz Birbirimizin Kurtarıcısıyız!
Yine bilgisayarın başına oturmuştum. Derginin işlerine bakıyordum. Eşim de yanımdaki koltuktaydı. Kuzeni için elinde şiş perdelik...
Yine bilgisayarın başına oturmuştum. Derginin işlerine bakıyordum. Eşim de yanımdaki koltuktaydı. Kuzeni için elinde şiş perdelik kualo örüyordu. Bir ara yoruldu. Ara verdi. Cep telefonuna daldı. Pardon pardon, Facebook sayfasına girdi. Şeker Portakalı Öykü Grubu’ndan bir arkadaşı sesli bir öykü paylaşmış. Onu açtı dinledi. Ben de uzaktan kulak misafiri oldum. Dergiye yoğunlaşmıştım. Ardı ardına sorular geliyordu. Neyse, eşim öyküyü dinledi. “Öykü dediğin böyle olmalı!” seslenişiyle irkildim. Birkaç gündür sade suya tirit bile olamayacak öyküler dinlemiştik grubun Instagram hesabından. “Bana da gönder!” diye istekte bulundum. Gönderdi. Yorulmuştum hep resmî ifadeler kullana kullana. Ara verdim. Mesajı açtım. Bir güzel, kendimi vererek dinledim. Gözlerimi kapattım. Daha yoğun duyayım, duyumsayayım diye! Bittiğinde, “İşte bu! Neydi o sade suya tirit olmayan öyküler! Bu, hayata dokunmuş. Öykü, bugünü anlatınca tanıklığı gerçekleşir. Öyle yazmak gerek! Öykü yaşandığı günden beslenir, gıdasını alır, geleceğe taşır yaşadığı günü…” Adını ilk kez duydum yazarın: Ahmet Bozkuş. Öykünün ana mesajı:”Martılar, vapurdaki insanları umut atmalıydı…” Adını merak ediyorsunuz, biliyorum. Söyleyeyim: “Martıların Göçü”
Sonra öyküyü seven dostlarıma WhatsApp üzerinden paylaştım. Dinlenmiştim çalışmamın türünü değiştirerek. Size de öneririm. İyi gelir çok çalışana! Döndüm derginin işlerine. Yaklaşık iki saat geçivermiş aradan. Pat bir mesaj A…’den:”Kime öfkeleneceğimi bilemiyorum. Vicdanı alınmışlardan vicdan talep edene mi, bir insanın ölüme gidişi film gibi seyreden yargıya, hüküm vericilere, aydınlara, topluma, toplumlara mı? Bu kadar çaresiz kalınışa mı? Bunca sessizliğe mi? Bunca tırsıklığa mı? Vicdanın böyle sindirilişine mi?”
Birden dergi işini bırakıverdim. Başladım yanıtlamaya. Ama önce A…’i azıcık tanıtayım: Yaklaşık on yıldır yalnız yaşıyor. Biricik oğlu yurtdışında, Avrupa!nın göbeğinde. Yüksek lisans yapıyor beş yüz yıllık kilise üniversitesinde. Eşinden ayrılar. Oğul, hem anne hem de babanın kanatları altında. Ama en çok anne demeliyim. A…, yarım yüzyılı devirmek üzere. İlkokul öğretmenliğinden emekli. Yazar. Çocuk ve yetişkinlere yönelik kitapları.
Hemen sarıldım cümlelere:“Doğrudur, kime öfkeleneceğini sıralamışsın. Bu çaresizlik değil bence. Öfkesi olmayanların yaşadığı coğrafyadayız! Onların yerine de öfkeleniyoruz bilmeden!?” Yanıtı duyguları resimlerle anlatan -emotion diyorlar- bir simge oldu: Gözü yaşlı şaşkın bir yüz! Sürdürdüm cümlelerimi peş peşe:”Çok can sıkıcı geliyor ondan. Bunaltıcı, daraltılmış, daralmış hissediyoruz. Aydınlanma, birey olamadan olmuyor! Bak çevrene, kaç tane birey var? Herkes benzeşenler familyasından. Hepsi diz boyu…” Bekliyordum bir yandan. Yanıt versin, koparayım o bungun ortamından, düşüncelerinden diye. Ohhhhh, sonunda geldi hemen yanıtı: “Dün bir film seyrettim. Hâlâ onun etkisindeyken İbrahim gidiverdi. Filmdeki kız diyordu bir yerde ‘Okumayı öğrenmeseydim belki mutlu olabilirdim!’ Çok canımı yaktı abim yaa…” İbrahim Gökçek, Grup Yorum!un 200 günü aşkın açlık grevi yapan üyesiydi. Sonunda bitirmişti. Araya Haluk Levent!in girmesiyle, konser yapmalarına izin verilmesiyle… Ama ölüm sonu olmuştu. Ne büyük bir acıdır, insanın doğal hakkı için kendini ölüme yatırması. Şimdi bunları düşünerek kaybedecek zaman yoktu. Hemen yanıtlarımı sıraladım:”Kendi olabilen, yazdığını savunabilen kim kaldı? Yooo sakın öyle düşünme! İyi ki okuyorum, yazıyorum, düşünüyorum, düşüncelerimi ifade etmenin yollarını yaratıyorum diye düşün! Mutluluk kütüklükse bize gelmez! Kütüğü sobada yakarlar, o kadar! Biz, tutuşturucuyuz.” İkna ettiğimin işareti olarak şunları yazdı:”Gelmez, o ayrı ama bazen de düşünmüyor değilim acaba köyde kalsaydım nasıl biri olurdum diye!” Yanıtımı sürdürdüm:“Biz yol açıcıyız!” Umutsuzluğu daha gitmemişti:“Umarım öyleyizdir ağabeycim. Ne bileyim bazen bundan şüpheye düşüyorum galiba” Topu bana ayağıma göndermişti. Fırsatı kaçırmadım. Hemen özgüvenine göndermeler yaptım:”Nasıl olacaktın? Köyünü saran, talan eden altıncılara karşı mücadeleyi örgütlerdin!” Beklediğim oldu:“O da doğru, öyle de olsa rahat duramazdım…” Bildiğim noktasına göndermelerim sürüyordu:“Sen kendini niye böyle görüyorsun! Google’ı bile dize getirmedin mi?”
Bunu açıklamalıyım size. Eserlerini Google ortamında satmak için mücadele etmişti yaklaşık iki aydır. Hatta son noktada çeviri metnine ben de bakıvermiş, gözden geçirmiş, onay vermiştim. Google da sonunda kabul etmek zorunda kalmıştı koronavirüs salgınında çırpınıp duran yazar A… dostumuza. Yani dize gelmişti. Ben, ikna olmaz diye düşünmüştüm. Ne de olsa kapitalist dünyanın devi vardı karşısında.
A…, “Boyumu aşan şeylerle uğraşıyormuşum gibi geliyor bazen Don Kişot gibi!” Yine devam ettim:”Koskoca Google’a yol yöntem öğretmedin mi? Don Kişot değil miyiz biz? Elbette Don Kişot’uz! Biz, savaşçıyız. Ki bizden, bizim mücadelemizden doğacak savaşanlar. Bak İ…’e! O da savaşmıyor mu annesi gibi?” Doğruydu dediklerim. İtiraz edemezdi. İşte kanıtları:“Doğru söylüyorsun, sen hep doğru söylüyorsun. Ben ara sıra yamuluyorum.”
İ…’in yaptığını anlatayım kısaca. Yarım yüzyılı geçmiş bir üniversitede yüksek lisans yapıyor. Tezini seçecek. Ama kendine sunulan 100’ü aşkın konu, İ…’e uygun değil. O, alzheimer çalışacak. Yok hocaları, yok bölüm başkanı, yok dekan… derken amacına ulaşıyor. Bu programı açtırıyor üniversiteye. İnanmışlığın, iradenin galibiyetidir kazanılan! Sonra sözü oğlumuza, eşine getiriyorum:”Bak Yiğitcanlara…çoktan yurt dışındaydılar. Kaldılar. Savaşıyorlar ve de başarıyorlar…” Kendi hastalığımı yenişimi anımsatarak sesleniyorum:”Bak bana! Köşeden dönmedim mi?” Çözülüyor A…:”Benim bir abim var, biyolojik. Ama bana hiç ağabeylik etmedi. Asıl abın sensin. Biliyon mu? Söylemediysem, şimdi söylemiş olayım.” Benden de peş peşe yanıtlar dökülüyor:”Benim de abim vardı ama tam ağabeylik yapmadı. Hele hiç kız kardeşim yok. Sen de benim kız kardeşimsin. Hayata niye asılıyoruz? Yalnız büyümenin tsunamileri bunlar! Ama şimdi hiç yalnız değiliz. Yaslanalım birbirimize. Biz birbirimizin kurtarıcısıyız!” Yanıt gecikmedi, olumluydu:”İyi ki varsın, iyi ki döndün o köşeden. Hep dönelim, hep hep aşalım çalı-çırpı dolu eşikleri…”
Sürdürdüm:”Birlikte güçlüyüz! Biz teslim olmayız!” “Olmayız!” sesi geldi A…’den. Sürdürdüm yine.”İyi ki varız! Eşikleri hep birlikte aşacağız.” Artık rahatladığını anladım:”Aşalım abisi. Filmi göndereyim. İzleyin bir ara, izledinizse tabii daha önce.” İstedim filmi. Gönderdi. “Papusza” adlı 2013 yapımı Polonya filmiydi. Kaldığı yerden devam ettim:”Ben de iyi ki okumuşuz diye düşünüyorum.” Yanıtı:”Öyle tabii, iyi ki okumuşuz. Arada bir ben tersini söylesem de….” Teselli etmeye çalıştım:”Olur bazen. Kış mevsiminden çık, Bahar geldi!” Yanıtı:”Beni bahçe paklar, gidip biraz çapa yapayım.” oldu. Sonuna yaklaşıyorduk söyleşinin:”Zihnin yorulduğunda kol gücünle rahatla! Köy Enstitülüler hem kol hem kafa emekçisi oldukları için dirençliydi. Biz sonradan kol emeğini tanıdık, yaşadık. Ben vara vara böyle açıklar oldum Köy Enstitülü direncini. Çok ezilen ezilmez bir noktadan sonra.” Bitişi A… yaptı:”Haklısın. Öyle yapayım evet. Bahçe, toprak iyi geliyor insana. Hava da güzel bugün!”
Biz birbirimizin kurtarıcısıyız.
Unutmayalım bunu!
.
Bakmadan Geçme





