Bir baştan bir uca İran-8
5. GÜN (15 Nisan 2015) BİN YILLIK BUZDOLABI: Çölde yapılmış. Ters durumdaki bir dondurma külahını düşünün...
5. GÜN (15 Nisan 2015)
BİN YILLIK BUZDOLABI: Çölde yapılmış. Ters durumdaki bir dondurma külahını düşünün ama tepesi azıcık açık. İçeriye ışık sızıyor. Pişmiş topraktan yapılmış. Çamur saman ile karılıyor, harç yapılıyor, dışı ve içi örülüyor. Toprak zeminden dibe doğru 18 kattan oluşmuş. Alttaki girişten ancak bir insan girebiliyor. İçine bozulabilecek yiyecekler -et, peynir vs.- konuyor. Hırsızlık olmasın diye kapısına muhafız konurmuş. İnsanoğlu, her koşulda var olabilmek için çözüm üretebilir…
ZERDÜŞT EVİ TAPINAĞI (AGHAZADEH HOUSE): Eskiden Zerdüşt eviymiş. Zengin bir tacirinmiş. Sekizgen biçiminde. 20.000 Riyal’in arka yüzüne resmini koymuşlar. Yezd’in eşsiz özelliklerinden biri de çölün aşırı sıcağını soğutarak kullanma sistemi olan ve Güney İran’da “Bad-gir” denilen RÜZGÂR KULELERİ’nin mucidi olmalarıymış. Dünyada bu buluşlarıyla tanınırmış. Badgir’ler, çölün sıcak rüzgârını belli bir açıyla içeri alıp evin alt bölümlerine gelene kadar soğutan yüksek baca sistemiymiş. Önümüzdeki rüzgar kulesi, 18 metrekare alanda kurulmuş. İki katlı yapılmış. 140 yıllıkmış. Oda ile salonlar, Frenk şapkası biçiminde. Aradan bölünmüş. Böylece havanın kolayca dolaşımı sağlanıyor. Yiyecekler, temiz ve sağlıklı korunuyor. Sıcak havalarda evi serinletiyor. Evler, 150 yıllık ve hep ahşaptan, kerpiçten yapılmış. Deprem bölgesi olduğundan evler tek katlı. Önceki depremlerde çok ölüm/yıkım olmuş. Yeni modern evler yapılmaya başlanmış. Bu evlerin demirden profillerle iskeleti kuruluyor. Sonra araları tuğla ya da briketle örülüyor. İran Çölü’nde ilerliyoruz. YAZD=YEZD, çölü en çok olan eyalet. İki buçuk saatimiz çölde geçti. Mazotumuz neredeyse bitti bitecek. Çölün çıkışındaki benzin istasyonunda mola verdik. Sıra sıra tamirciler var. Çöl; insansız ve hayvansız. Tek hakim renk, sarı.
Başkent YEZD’e geliyoruz. Otelimiz kentin ilk mahallesinde. Adı, Caravan Hotel. Önce yanlış yere geldik sandık. Aracımız ağaçlık, koruluk bir alana girdi. 5-6 insan boyunu aşan çamlarla doluydu. Valizlerimizi almadan doğru yemeğe koştuk. Akşam yemeğimizi 21.30’da bahçede yiyoruz. Bir daire biçiminde masa kurulmuş. Birbirimizin yüzüne baka baka hem yiyor hem söyleşiyoruz. Sonra valizlerimizi alıp çamların içine kondurulmuş tek katlı evlerimize yollandık. Gepgeniş bir oda ve banyo-tuvaletle karşılaşıyoruz. Yüksek bir tavan. Ferah bir ortam. Onca saat oturduğumuz için hem yediklerimizi eritmek hem de çevreyi tanımak için bahçede gece yürüyüşü yapıyoruz. Ağaçlar, nereden baksanız 50 yıllık. Şah döneminden kalmış belli ki…Soruşturuyoruz: Önceden ormanlık bir alanmış. 15 yıl önce tesisi kurmuşlar. İnternet; otellerin lobilerinde serbest, parasız. Odada ise paralı. Sürekli aynı şifreyle girilemiyor. Belli bir süre sonra şifre değiştiriliyor. Nedenini anlayamadık! İnternet hizmetini sağlayan üç tane şirket varmış. Hepsi Hamaney’in oğlununmuş. İstihbarat da ellerinde. Şah döneminden farklı bir şey yok! Rejimin adı değişse de tutum aynı…
6. GÜN (16 Nisan 2015)
TV izleyemiyoruz. Hiçbir kanala ulaşamıyoruz. Rahatız. Sinirlerimiz bozulmuyor en azından. Hasan Hoca, sırf bu yüzden gezilere çıktığını söylüyor. Dün Abarkuh’da İranlılarla konuşuyorduk. Türkiye’den geldiğimizi öğrenince ilgi göstermişlerdi. “Tayyip’i size gönderelim” dedik, karşı çıktılar. “Bizde yüzlercesi var. Size biz gönderelim” dediler. Benzer bir olay, İtalyanlarla yaşanmış. Rehberimiz Murat anlattı. İtalyanlar “Bize de -Milano’ya- gelin. Ekonomimiz batıyor. Paraya ihtiyacımız var” demiş. Murat da “Schengen vizesini kaldırın” demiş. Ardından İtalyanlar eklemiş:”Siz öncelikle Tayyip’i gönderin. Biz Berlusconi’den anca kurtulduk, rahatladık!” İşte durumlar böyle…
Erkenden uyandım. Ana yola bakan otelimizin çıkış kapısının yanına oturdum. Gelen gidene, trafiğe bakıyorum. Belediye otobüsleri, sarı renkte. Kadın-erkek karışık. Bizdeki yobazlar “Ayıralım” diyor. İran’dan kötüye çevirmek istiyorlar. Zeytin ağaçları var. Zeytin varsa uygarlık var demektir. Acaba kahvaltıda koyacaklar mı? Hayır!
Üzerindeki giyiminden Afgan olduğu belli olan yaşlı bir amca, bahçeyi süpürüyordu. İngilizce selamlaştım. Şansım varmış, biliyordu. Afgan göçmeniymiş. İran’a sığınmış. Taliban rejiminde soluk alamaz olmuş. Kimya öğretmeniymiş. Şimdi burada çöpçülük yapıyormuş. Duygularımı yüzüme yansıtmamaya çalışıyordum. Ne acı değil mi?
Burada üç türlü polis varmış. 1-SİVİL POLİS: Kimse tanımazmış. Her şeyden haberi olurmuş. 2- YOL POLİSİ: Her 100 km’de araç hızı kontrolü yapar, takometrelere bakarmış. 3- ŞERİAT POLİSİ: Dini mekanların çevresinde bulunur, insanların giyimine-kuşamına karışırmış. Son iki örneği gördük. Birincisi, bizi mutlaka görmüştür!
YEZD; çölün tam merkezinde. Sasaniler döneminde Kral I. Yezdgerd’in anısına Yezden Gerd adı verilmiş. “Çöl Gelini” de denirmiş. 1 milyon 200 bin kişi yaşıyor. Çok sayıda Zerdüşt yaşamaktaymış. Yezd, aynı zamanda bir Zerdüştler kenti. Dini inançlarını serbestçe yaşayabiliyorlarmış. Tarih boyunca İpek Yolu’nu izleyen kervanlar için önemli bir yol ayrımı özelliğini hep korumuş. Çin’den gelen malların uğrak yeri. Çöl sonrası da ilk durak. Sıcaklık, 45-50 derecelerde. Bu nedenle evlerin cepheleri dar, renkleri de sarı. Çöl kumunun sarı rengiyle uyumlu. Yezdliler, bu çöl coğrafyasına uyum sağlamışlar. Örneğin; kentin su gereksinimini yakındaki Şir Kuh dağlarından Yezdlilerin bir buluşu olan ve “Qanat” adı verilen 45 km uzunluğundaki yer altı sulama sistemiyle sağlamışlar. Bu konuda uzmanlıklarıyla bilinirlermiş.
DAKHME (SESSİZLİK KULELERİ, ÖLÜM/MEZAR KULELERİ) denmeli bence. Zerdüşt inancına göre, yeryüzünün ve toprağın temiz kalabilmesi için ölü bedenleri gömmek ya da yakmak yerine kulelerde vahşi hayvanlara terk etmek gerekirmiş. Bunun için kentlerin dışında en yüksek tepelere büyük kuleler kurmuş ve ölülerini oraya bırakırlarmış. Ölünün başında bir rahip bekler ve vahşi hayvanların ölen kişinin hangi gözünü daha önce yiyeceğini gözlermiş. Sağ gözün önce yenilmesi ruhun iyi bir geleceğe kavuşması, sol gözün önce yenilmesi ise ruhun azap görmesi anlamına gelirmiş! Aracımızla geldik. Girişte yaşlı mı yaşlı bir amca vardı. Yanında da gözleri bezle kapatılmış, heybesi olan bir eşek. Kulelere turist taşımak için bekliyor. Pek çok turist gelmiş. Dinlenmek için düzlükte evler yapılmış. Kuleler, düzlenmiş iki dağın tepesinde. Yerin altında kerpiçten yapılmış evler var. Hepsi yarım kubbe biçiminde. Yezd Üniversitesi’nden gelmiş resim öğretmeni adayı öğrenciler, evlerin resmini yapıyordu. Merhabalaştık. Türkiyeli olmamız, onları sevindirdi. Sonra tabana kuvvet dağa tırmanmaya başladık. Öylesine yokuş ki 2-3 kez mola verdik. Bu arada Yunan komşularımızla rastlaştık. Arkadaşına o şirin şivesiyle Türkçe seslenişi hala kulaklarımızda çınlar durur:“Eleni, bak senin komşiler gelmiş Türkiye’den…” Ofluya puflaya dağın tepesine vardık. Ortada daire biçiminde kocaman bir çukur. Zerdüştlük inanışına göre ölüler çukura konurmuş. Dairenin çevresinde ilk sıra çocuklar, sonra kadınlar ve en son halkada erkekler dizilirmiş. Burası, hayatın son noktası… Derin bir sessizlik içinde geziyoruz…
SÜRECEK
Bakmadan Geçme





