Bir baştan bir uca İran-7
5. GÜN (15 Nisan 2015) Kahvaltı sonrası otelden ayrıldık. YAZD – YEZD eyaletine doğru yolculuğumuz. Yolumuz...
5. GÜN (15 Nisan 2015)
Kahvaltı sonrası otelden ayrıldık. YAZD – YEZD eyaletine doğru yolculuğumuz. Yolumuz uzun. Hava, toz bulutlu. Gri bir ortamdayız. Geziye katılanlar, 5. günümüzde hem kendisini tanıtıyor hem de ilk izlenimlerini paylaşıyor. İşte notlarım:
– “Tereddütle çıkılan bir yolculuk benimkisi. Şiraz’ın kadınları yeniliklere yol açacak gibi. Şiraz’daki şairlerine, yazarlarına verilen değer onur verici bir tutum. Bizde de olsa keşke!
– Çok korkularla geldim İran’a. Ülkemizde de bu yönetim biçimine emin adımlarla gidiyoruz. Ama izin vermeyeceğiz…
– Rüya gibi bir gezi oluyor benim için.
– Çok beğendim.
– 25’in üstünde gezi yaptım farklı ülkeye. İran daha farklı geçecek gibi.
– Tereddütlerim vardı. Çekinerek geldik.
– Ailem Horasan’dan gelmiş. İran, uyanan bir dev.
– Bu büyük İran gezisinde ülkeyi çok iyi tanıyacağız.
– Sanat ve kültürle dolu bir gezi yaşayacağız. Buradaki kadınların durumunu gördükçe Atatürk’ün kadını olmanın onurunu daha çok ve derinden yaşıyorum.
– Kaygılarım vardı gelirken. Ama İranlı gençlerin heyecanı, güçlükleri yenecektir. Buna inanıyorum.
– 30 yıl bürokraside çalıştım. Benim için çok çarpıcı bir gezi oluyor.
– ‘Görmediğin yer senin değildir’ Köy Enstitüleri Eğitim Sistemi’nin ilkesidir. ‘Türkiye, tamam Batılı bir toplum. Ama yüzünü Doğu’ya da çevirmek zorundadır. Kökleri Doğu’dadır.’ Bu sözleri Güney Koreli ve Pakistanlı hocalar söyler durur. Dini tutuculuk nedeniyle İran’a gitmeyi, gezmeyi ertelemiştik. Zorla kabul görmüş bir gezi oldu bizim için. Bizim buralar akrabalarımız. Daha çok karanlık bir tablo bekliyordum. Ama yanıldım. Pırıl pırıl Müslüman insanlar. Din kültürüne saygı duyuyorum. İran toplumu; sanatçısına, toprağına saygı duyan bir toplumdur.”
Rehberimiz Aydın Nezafet, önce “Sarı Gelin” türküsünü kendine özgü Azeri şivesiyle söyledi. Ardından da izlenimlerini sıraladı:”Azeriyim. Makine mühendisi oldum. Beş sene rehberlik yaptım. Türk gruplar daha yakın oluyor. Bugüne kadar 20 grup gezdirdim. Önceki gruplarımda Persepolis’te bir saat kalmıştık. Sizinle dört saat nasıl geçti bilemedim. Toplu fotoğraf çektirdiğim ilk grubumsunuz. Diğerleriyle yaşamamıştım bu güzelliği…”
Yol boyunca tarlalarda buğdaylar boy atmış. Neredeyse tavşan kovalayacak kadar olmuşlar. İlaçlama yapılıyor. Ama dağlar çıplak, kayalık. Köyler kahverenginde. Evlerde ağaç yok. Tenekeden yapılmış damları. Pencereleri daracık. Ovadaki koyun sürüleri tek canlı türü. Dereler kurumuş. Suyu zor buluyorlar. Bu yüzden yağmurlama sulama yapılıyor. İran’daki eyaletler, kendi ihtiyaçlarına göre bakanlık kuruyormuş. FARS-PARS eyaletinde Orman Bakanlığı yokmuş. Dağların çıplaklığından belli oluyordu. Her 80-100 km’de bir polis noktası var. Araçların takometrelerini inceliyor. Eğer hız sınırı aşılmışsa ceza yazılıyor. İran’ın yüzde 30’u çölmüş. İran ve Lut çölleri var. Çöl, İsrail’deki Lut Gölü’ne yakın.
İran’da evlenmek de boşanmak da zor. Uygun eş bulunamıyormuş. Erkeğin arabası mutlaka olacak. Bir de kadına para verecek. “Mihr-i Mehriye” adı verilirmiş. Ortalama 200-300 bin lira kıza veriliyor. Doğaldır ki hiçbir gençte bu kadar çok para bulunmuyor. 2-3 eşlilik var. İlk evliliğinde kadın çok para alıyor. Sonrasında bu miktar düşüyor. Nedeni, boşanmış olması. Kız istemezse anne-babası istiyor. Nüfusun ancak %25’i bu kadar parayı ödeyebiliyor. Süt parası, nafaka da ayrı. Parasal açıdan erkek perişan durumda. Kadın güçlü ve her zaman haklı konumda. Erkek, sanki para makinesi olarak görülüyor. Kadının sermayesi, ilk evliliği oluyor. Paranın esareti yaşanıyor bir bakıma. Her şey altınla hesaplanıyor. Boşanma, yüzde 50 oranında. Kadın boşanınca ev-araba alıyor, istediği gibi rahat yaşıyor. İran, bu anlamda mutsuz erkekler devletiymiş…Nüfus cüzdanlarındaki mezhep hanesine Şii-Sünni-Kerimi (Gayri Müslim) yazılırmış. Kocada eşin, kadında kocanın nüfus bilgileri olurmuş. Çocuklar da yazılırmış. Dört kadınla evlenme hakkı var. Erkek, eşlerinden biri ölünce yenisini alabiliyor. Yabancı biri, altı aylığına evlilik kurabilirmiş. Molla huzurunda kadına para ve senet verilirmiş. Buna SIGA evliliği denilirmiş. Resmi fuhuş, böyle gerçek olurmuş. Sıga evliliğinin kaydı tutulurmuş. Polis yakaladığında gösterip paçayı kurtarırmış. Ülkede resmi genelev yok!
PASARGARDE Farsça Perslerin Kampı anlamına gelen antik kente gidiyoruz. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alıyor. Akamenid İmparatoru 1. Darius’un mezarı burada. TOMB OF CYRUS THE GREAT – BÜYÜK KURUŞ ANITI: 2. CYRUS (M.Ö. 549-530), toplam 19 yıl yaşıyor. Yedi sıra mermer üzerine kurulmuş. Ev-mezar, üç sıra üstüne yapılı. Ovanın göbeğinde. Cyrus, tepedeki sarayında yaşamış. Koskoca ova önünde. Sessizce dinleniyor. Persepolis öncesinde başkent olmuş. Cyrus’un kendi kanunları var. CYRUS KANUNLARI, üç dilde -Elâm, Farsça, Sümerce- yazılmış. İnsan hakları, sigortacılık içeriyor. Cyrus Silindiri, ilk İnsan Hakları Beyannamesi olarak biliniyor. Silindirden bir kitabe üzerine çivi yazısıyla yazdırıyor. Aramızdan armağan etmek ve anı olarak saklamak için alanlar oldu. Büyük İskender, Persepolis ile Pasargarde’den anlatılanlara göre 3000 deve yükü hazine götürmüş. Buraları yakmış, yıkmış. Neredeyse taş taş üstünde bırakmamış. Güzelim ülkem aklıma düşüyor. Bizdeki tarihi eserler ortalıkta. Azıcık bir gayretle ayağa kalkacak konumda. Ama o çaba yok! Burada bir şey olmayan kayaları görmeye geldiğimde daha da üzülüyorum/z…
İRAN ÇÖLÜ’nde ilerliyoruz. Tek tük yeşillikler bir zaman sonra bitiyor, gerçek çölü yaşamaya başlıyoruz. Müthiş bir kum fırtınası çıkıyor. Dağlar gözükmez oluyor. Her taraf, kumun sarı rengine bürünüyor. Tek bir yeşil dal bile yok! Çölde aracınızla kaldığınızda neler yaşanır, düşünmek bile istemiyoruz.
İran, petrol ve doğalgaz zengini bir ülke. Petrol rezervi 25 yıllık. Önce Fars, sonra da Hazar Denizi’ndekini petrol bitirilecekmiş. Doğalgaz da Fars Denizi kıyılarında. BENDERABBAS dış satım limanı. Tahran’dan oraya ürün taşınıyor. Yolları güzel… YAZD-İSFAHAN kavşağına gelmek üzereyken yeşil bahçelere, ekin tarlalarına rastlıyoruz. Hepsi özel kişilere aitmiş. Resmen cennete çevirmişler. Kayısı ağaçları çoktu. Yol kenarlarına kum fırtınasını engellemek için ağaç dikmişler. Kousar Tile, Abnoos Tile Co., Sanaz Tile adlı çini fabrikalarını görüyorum. Fabrikalar, çepeçevre çam ağaçlarıyla korumaya alınmış. Su sorunu her yerde yaşanıyormuş. Önümüzdeki 10-15 yılda bu sorun ortadan kalkacakmış. Çok sayıda baraj yapılmış. Tahran’da hâlâ su kesintisi oluyormuş.
ABARKUH kentine giriyoruz. ABAR (Büyük), KUH (Dağ) demek. Adını yakınındaki dağdan almış. Dağın eteklerine kurulmuş. 10 bin nüfuslu. Kent içinde orman yapmışlar. Mesire yeri olarak kullanılırmış. Yolun orta şeridinde şehitlerin tabelaları asılmış. Öyle çok ki… Bir ülkenin boş hayallerle sekiz yıl boyunca süren savaşta milyonları bulan insanlarının yitirişi öyle acı ki… Kazananı olmamıştı. Bir tek silah tekelleri dışında. Her iki ülkeye silah satmışlardı. Abarkuh, bir çöl kenti. İnsandan geçtim, kedi köpek bile yok sokaklarında. Terk edilmiş gibi. İn cin top oynuyor. Okullardaki eğitim, 07.00-13.00 ile 13.00-15.00 saatleri arasında iki devreliymiş. Halkı akşamları 17.00-18.00’den sonra evlerinden dışarı çıkar, gece yarısına kadar dışarıda olurmuş. Çölün kum fırtınasından korunmak için evlerinde kalırlarmış. Karnımız acıktı. Küçük bir lokantaya sığındık. Hiç müşterisi yokken birdenbire doluşuverdik. Ortalık bayram yerine döndü. Kapısı kapalıydı. İçerisi sıcak geldi. Kendimizi dışarıya attık. Hava sıcak sıcak esiyor. Bereket versin gölgelikler var. Çölde gündüz hayat durmuş. Arada bir araç geçmemiş olsa kendimizi temelli terk edilmiş bir yerde gibi hissedeceğiz. Lokantanın tavanından sallanan iki tane vantilatör var. Dışarıda da büyük bir soğutucu. İçeriyi serinletmek için kurulmuş. Çevredeki dükkanların dışı, demirlerle sağlamlaştırılmış. Mutfakta 4-5 kazan büyüklüğündeki dev bir pilav kazanı vardı. Üstü, beyaz temiz bir bezle örtülmüş. İçinde “Jasmin-Yasemin” adlı sivri, güçsüz pirinçten pilav pişirilmiş. Hazar Denizi’nden yakalanmış, ızgarada pişirilmiş balıkları tepeleme pilavla yiyoruz. Karnımızı doyuyor. Akşama dek idare eder.
Sonra 3500 yaşındaki anıt ANDIZ ağacını görmeye gidiyoruz. O zamanlarda çevredeki 12 köyde de servi ağacı varmış. Bunlardan 11’ine şimşek düşüyor ve yanıyor. Bir tek bu ağaç günümüze kadar yaşıyor. Devasa büyüklüğü, bizi büyülüyor…
SÜRECEK