Bir baştan bir uca İran…-10

7. GÜN (17 Nisan 2015) Bu bölgede çok sayıda çini fabrikası var. Çimento üretimi yapılıyor. Çöl...

7. GÜN (17 Nisan 2015)

Bu bölgede çok sayıda çini fabrikası var. Çimento üretimi yapılıyor. Çöl bomboş. Fabrika kurmaya çok uygun. Demir-çelik fabrikası da gördüm. Cevheri taa Bender Abbas’tan gelirmiş. Bu tür sanayi yatırımlarını özellikle içerilerde, çölde kurmalarının stratejik nedeni varmış. Saldırılardan uzak olması gerekiyormuş. Şeker fabrikası da gördüm.

Dokumacılıkla tanınan NAİEN‘e uğrayacağız. İsfahan ve Tahran yoluna döndük. Kent, İsfahan ile Yezd’in tam ortasında. Bugün günlerden cuma ve tatil. Şiraz, İsfahan, Tahran ve Tebriz’de perşembe günleri bürolar da tatil olurmuş. Nain-İnn’de öğle yemeğimizi yiyoruz. Bu tesis, ITTIC INNS (Iranian Touring Tourism Investment Company) adlı resmi bir kuruma ait. Han biçiminde ama tek katlı, bahçeli. Kişniş+pilav ve yanında kuzu eti var. Çekirdeksiz üzüm, sıcak suda azıcık yumuşatılmış. Safran, pilavın ortasına damlatılmış çünkü çok çok pahalı. Et, pişmekten lif lif olmuş. Öylesine lezzetli ki! Pilavı, Jasmine pirincinden. Porsiyonu çok olduğundan eşimle tek porsiyon istiyoruz ve Aziz Nesin’in vasiyetine uyarak tabağımızı silip süpürüyoruz. Yeri gelmişken hiç tadına bakamadığımız İran pilavını tarif edeyim: İran pilavının altında yufkadan bir tabaka (tedik), içinde zereşk gibi ekşi/tatlı kuş üzümleri ve İran fıstıkları, pilava rengini veren zerdeçal, üstündeyse enfes kokusunun nedeni olan safran bulunurmuş. Peçetesine varıncaya kadar her şeyi ITTIC INNS üretmiş. Tam bir devletçi anlayış egemen. Bizdeki sağ iktidarlar, devlet kurumlarını “arpalık” olarak yakınlarına peşkeş çekerlerdi ya, öyledir sanırım…

Cuma Camisi‘ndeyiz. Kapı demirlerinde Farsça-İngilizce ayetler yazılmış tabelalar var. Cami avlusunda şehitlerin adlarını her yere nakşetmişler. Yabancıların gezmesine pek izin verilmezmiş. Şansımızı deniyoruz. Sonunda izin çıkıyor. Kadınlar “Cadoor” giyiniyor. Naien’in en büyük camisi. Minaresi yok. Seyyar hoparlör, Devrim Muhafızları’nın arabasında duruyor. Namaza gelenler önce şehitler için dua ediyor, ardından namaza gidiyor. Cami tek katlı. Cuma günleri Ayetullah vaaz verirmiş. Altında AVM filan yok. Dini ticarete bulaştıranlara duyurulur buradan. Aslında İran’da ihtiyaçları da yok çünkü sistem, mollalara çalışıyor. Cami kapısında gelenlerin giyim-kuşam açısından İslami kurallara uygun olup olmadığını denetleyen, ellerinde yeşil püskül bulunan Şeriat Polisi var. Uygun olmayanları içeriye almıyor!

NARİN KALESİ (ESKİ NAİEN): Araçlarımızla 10 dakika kadar uzaklıkta. Yıkık dökük halde. Kalesi küçücük. Terk edilmiş halde.

JAME MOSQUE OF NAİEN: Farklı bir camiye geldik. Geniş bir avlu. 1200 yıllık olduğu anlaşılıyor. Endülüs dönemiyle benzerlikler taşıyor. Motifler, kerpicin üzerine yapıştırılmış. Kireç taşı olma olasılığı oldukça yüksek. Oyma-kakma-çakma tekniklerinin hepsi uygulanmış. Motifler dışarıda hazırlanmış, getirip buraya yapıştırılmış gibi. Caminin altı su deposu. Çöldeyiz de ondan.

Çöldeki toprak evlerin çatıları, aşınmayı engellemek için alüminyum folyo ile kaplanmış. Önce çatı düzlenirmiş, sonra beton dökülürmüş. Ardından ziftli folyo kağıt kaplanırmış. Böylece kar, yağmur etkilemezmiş!

Çevresi yeşillik tavuk çiftliklerini görüyoruz. Su olunca böyle! İsfahan’ın yakınındaki bir köyde nükleer santral kurmuş İranlılar. Yerin altındaymış. Saldırılardan korumak için çölü tercih etmişler. Ana yoldan epeyce içerilerde.

İsfahan’a 60-70 km kala bir benzinlikte duruyoruz. Çöl ortasındayız. Aslında çöl dememem gerek. Su olsa yeşilleniyor toprak, ağaç yetişiyor, ekin bitiyor. Benzinliğin önünde çamlar var. Boylanmış ama sayıları az. Kamyoncular da bizim gibi mola vermiş. Petrol ürünlerinin %80’i devletin. Kalan % 20’si özel şirketlerin. Yol kenarlarından doğalgaz boru hattı geçiyor. Her 100 metrede bir kırmızı bir işaret koymuşlar. Arıza olduğunda o noktadan kontrol ediyorlarmış. İSFAHAN, bizi 25 km kala çini fabrikalarıyla karşıladı. Su kanalı, düzenli biçimde akıyor. Nüfusu 1 milyon 900 bin. Devlet buraya iyi bakmış. Her yer yeşil. Farsça konuşan Türkler olan Safeviler döneminde 50 yıl başkentlik yapmış. Tarihi eserler, 500-600 yıl öncesinden yapılmış. Kent, çöl olmadan yeşillendirilmiş. GEZ adlı tatlısı güzelmiş. Tadına bakabilecek miyiz bakalım?

KHAJOU KÖPRÜSÜ: İsfahan’ı ikiye bölen Zayendeh Nehri üzerinde upuzun çok gözlü bir köprü. Gölden su basılıyormuş. 1990’da onarılıyor. İsfahanlılar pikniğe gelmiş. Genç kızlarla erkekler, birbirlerine göz edip duruyorlar. O kadar rahatlar. Yerlere kilimler serilmiş. Karpuz bile var. Bize de ikram ettiler. Pet şişe, naylon torba, peçete ve bir parça bile karpuz kabuğu göremedik. Ortalıkta rüzgar da var. Öyle temizler ki hayran kaldık! Genç kızlar, grubun arasına daldı. Birlikte fotoğraf çekiliyoruz.

Sİ-O-SE-POL (33 SÜTUNLU KÖPRÜ): Önceki köprüye kıyasla daha uzun. 1602’de yapılmış, kentin simgesi haline gelmiş. 300 m uzunluğunda, 14 m genişliğinde. 33 gözünün altındaki nehir yatağı teraslanmış, bu nedenle dünyanın en güzel su sesi burada duyulurmuş. Özellikle karların eridiği Mayıs-Haziran aylarında… Erken geldiğimizden duyamadık! Yapan mimarın adıyla Allahverdi Han Köprüsü da anılırmış. Araç trafiğine kapatılmış. İran askeri PASTAR, benimle fotoğraf çektirmek istemedi. Yasakmış! Ama Güvenlik polisi ile çekildik. Türk olduğumuzdan ikna oldular. Genç kızlarla oğlanlar, birbirlerine kesik atıyorlar. Grubumuz öylesine coşkulu ki sormayın gitsin! Fotoğraf çekimlerimize kızları, oğlanları, anneleri, nineleri çağırıyoruz. Onlar da teklifsiz aramıza giriyorlar. Köprünün altında halı-kilimlerini serip çay içiyor İsfahanlılar. Bir yandan da nehrin serinliğini yaşıyorlar.

“SEN ARKADAŞIMI İNCİTMİŞSEN!”: Bu söz bana söylendi. Nedenini anlatayım. Grupla fotoğraf çektiriyoruz. Bir genç ortalıkta dolaşıp görüntümüzü bozuyor. Biraz sertçe uyarıyorum. Sonra unutup gidiyorum. Köprünün ilk katında fotoğraf çekiliyoruz. Artık geri dönüş zamanı geldi. Merdivenin başında “Sen arkadaşımı incitmişsen!” diyen gençle karşılaşıyorum. Birden eşimle duruyoruz. Şaşkın haldeyiz. “Ne oldu? Arkadaşını niye incitmişem?” diye soruyorum. Az önce yaşadığı olayı anlatıyor ve ekliyor:”Men Türküm. Arkadaşım İranlı. Türkçe bilmiyor. Menim atalarım Ankara’dan gelir. İran, Türk yurdudur. Biz gardaşız!” Ne diyeceğimi bilemiyorum. İranlı arkadaşından özür diliyorum, kucaklaşıp ayrılıyoruz. İşte Asya’daki itibarımız! Grup olarak çok yoğun ilgiyle karşılaşıyoruz. Hepimiz mutluyuz. Şaşkına dönmüş durumdayız…

Hasan Pekmezci hocamız dikkatimizi çekiyor:”Buradaki park, nehir anlayışı çok farklıdır. Avrupa’da nehirler, binalarla kuşatılmıştır. Nehirlerin yanlarında yürüyüş yolları, oturma yerleri, parklar yoktur. Burada ise nehir nehirliğini, park da parklığını yaşıyor. Hemen hemen hiç bina yok nehrin iki yakasında. Su, gürül gürül yol alıyor. Nehrin yanlarında yer yer 50-100 m kadar yürüyüş yolları, oturma yerleri var. Ağaçlandırma, sık ve gür biçimde.” Kentin içindeki otelimize geliyoruz. Bizi taze sıkılmış portakal suyu ve kırmızı güllerle karşılıyorlar. Eşyalarımızı odalarımıza koyup yemeğe iniyoruz. Sonra da çevreyi keşfetmek için yürüyüşe çıkıyoruz. Yol üstünde işkembeci, muhallebici var. İnsanlar kuyruk olmuş.

İçinde şarap olduğunu sandığım şişelerde ne olduğunu soruyorum satıcıya. Sirke olduğunu söylüyor ve şarabın yasak olduğunu, eliyle kafamın kesileceğini şaka yollu aktarıyor. Olay resmen budur! Ama evlerde gizlice yapıldığını, içildiğini, eğer adamını bulursanız alabileceğimizi işitiyoruz. Ermeni azınlığın alkollü içki (şarap) üretme ve bunu kendi azınlık üyelerine satma hakkı varmış!

SÜRECEK

Bakmadan Geçme