Bağlaçsız da…
Uzun zaman oldu, birinden not almayalı. Günün birinde karabasan çökmüş ruhumu kendine getiren o notu aldığımda...
Uzun zaman oldu, birinden not almayalı. Günün birinde karabasan çökmüş ruhumu kendine getiren o notu aldığımda sonsuz bir hırsla sarıldım kaleme.
“Giderken kapıya iz bıraktım. Geldiğimde ne iz vardı ne geldiğimi duyan. Sağır bir rüyadan uyandığımda anladım ki yokmuşum o kapıda…”
Yazarlık serüvenine atıldığım günden beri yazmayı denemekten hep kaçtığım o lanetli tür romanın giriş tümcesi olabilirdi bu not. Yazanı ben olabilirdim. Ah, bu öylesine zor ki ancak yaşayan değil yazan bilir neler çektiğini. 94 yaşına geldiğinde ilk romanını yayımlayan Amerikalıya neden bu kadar geç kaldığını sorduklarında: “Karım geçen yıl öldü” der. Ne çok şey anlatır bu yanıt anlayana…
Hiç roman yazmayı denemeyen benim gibi birine: “Bir roman nasıl yazılır” diyordu, karşı masadan öfkeyle bana bakan bir yüz. Ona yaklaşıp sordum adını: “Adım Yoksul, sizinki Varsıl olmalı” deyip yanıt beklemeden uzaklaştı yanımdan. O sıralarda sigara illetine henüz elveda bayrağını çekmemiştim. Öfkesine sanırım elimdeki filtreli sigara yol açmıştı. Onunsa kül tablasına sertçe bastırdığı sigara Birinci’ydi. O, varsıl bir ülkenin yoksulluğa alıştırılmış bir bireyi olarak isyan ve hüznün doğarken beşiğimize serildiğini bilmiyor olamazdı.
“Ben gelmesem de olur” dediğin olur mu hiç? Onca acının kaynaştığı denizlere hiç ağ attın mı? Sorularını hep en uzağa fırlatırdın, iri balıklar yakalamayı uman balıkçının oltası gibi.
Yorgun ağlarımıza takılan ne düşler gördük; gel, çıkalım düş avına yeniden birlikte desen de, ne ağın var, ne oltan hazır. Ah! Bak ne çok yakamoz yakaladım senin için; gel, hadi gel çıkalım bu sonsuz serüvene!
Söylesem ne söz bulut olur bana;
Söylemesem ne yağmur küser bana.
Ne kırılganlıklar yaşadı bu deniz;
Ne martı küstü ona
Ne onu besleyen balıklar!
Bilinmez bir özsu içti yürekler kana kana. Çapasını alan vurdu kendini çılgın denize. Geleceğe umut, küreklerine ise şimdi diyerek asıldılar. Ama sen, hep geçmişi anarak yaşıyorsun; o geçmişten sana kalan koca bir hiç, bilmiyor musun?
Kıpırda, eşiği aş, seni bekleyen anı kucakla! Yaşadığını hisset…
Çünkü:
Yağmur yağmasa da olur,
Yeter ki geleceğini bil!
Raflarda sıralansa da sıra sıra kitaplar, sen yine anılara sarıl, taşı onları geleceğe. Günün birinde denize ulaşmayı uman sular gibi ufaladığın sözcükler şiir deltanı doldurur.
Sana bir şiir okuru şunu sordu: “Şiirlerinde neden bağlaçlara yer vermiyorsun?”
Yanıtın: “Dilimiz o denli zengin ki iki dudak öpüşürken nasıl bir aracıya gerek yoksa dizeleri çatarken de bağlaçlara gerek yoktur.”
“İnsan benzerliğiyle değil, benzemezliğiyle insandır” diyen Adnan Binyazar’ın bu sözündeki “insan”ın yerine “yazar”ı koyarsan derdini daha iyi anlatmış olabilirsin belki. Çünkü gerçek bir yazar; benzerliğiyle değil, benzemezliğiyle ancak bir yazardır.
Ne sözcükler aktı elinden-dilinden çölü aşamayan ırmaklar gibi ama vazgeçmek yok, sürdürmelisin denize akmayı inatla…
Bakmadan Geçme





