Yaban hayatı

Yaz geceleri kışa benzemez. Soğuk insanı kendine kapatırken sıcak insanı açar. Kapı açılır, pencere açılır ki...

Yaz geceleri kışa benzemez. Soğuk insanı kendine kapatırken sıcak insanı açar.

Kapı açılır, pencere açılır ki içeri bir nebze olsun serin hava girsin.

Akdeniz'de ve Ege'de yaşayanların çoğu, dam başlarını çadır yahut turlukları bilir. Bu mekanların her biri, yazı kolaylamanın yollarından biridir. Başınızı yastığa koyar, gözlerinizi yıldızlara dikersiniz. Gökyüzü hem gözünüze şenlik, bir o kadar da yüreğinize huzur verir.

Arada bir kulağınızın dibinden geçen bir sivrisineği vızıltısından tanırsınız. Huzurunuzu alıp götürmüştür. Biraz sonra konduğu bölge kaşınmaya başlar ki ne yapacağınızı şaşırırsınız. Babadan, atadan kalma pek çok çaresi vardır bunun. Siz de en uygununu seçer, başınızı yastığınızdan kaldırırsınız.

Sıcak bir Ağustos gecesi.

Saat, gece yarısını çoktan geçmiş. Gökyüzü pırıl pırıl. Yıldız dolu. Ay, yine gecenin gözbebeği.

Arkadaki tarladaki mısırlar, bir insan boyunu aşalı neredeyse bir hafta oldu. Sömek yarmaya başladılar. Yakın bir zamanda silaj makinesi, onların hepsini biçecek ve kış için yerlerini alacaklar. Bir ahır sahibi de kışlık hayvan yiyeceğini depolamış olmanın memnuniyeti ile derin bir nefes alacak.

Zaman, ağır ağır ilerliyor. Yıldızlar ve ay yerli yerinde. Mısırların arasında bir hışırtı. Birkaç dakika sonra daha güçlü bir hışırtı. Bir kedi yahut bir köpeğin çıkarabileceği gürültüden kat kat yoğun bir ses.

Kendi kendime meraklanıyorum.

'Ne acaba?' diyorum. Merakım giderek artıyor. Karanlıkta bir şey, sitenin istinat duvarını boydan boya sarmış asma dallarına çarpıyor.

'Acaba kim ola ki?' Yaralı biri mi var oralarda yahut ayakta durmayı beceremeyen sarhoş biri. Sokak lambasının ışığı da yeterince aydınlatmıyor ki gürültünün geldiği yeri.

Karanlık ve gölgeler, merakımı ve ilgimi gittikçe arttırıyor. Karanlığın içinde korku büyütmek de kolay elbette.

Bir ara büyük bir gürültüyle mısırların arasına dalıyor. Yine karanlık ve gölgeler, ne olduğunu anlamış değilim.

Dakikalar birbirine ekleniyor. Belki bir saatten fazla bir zaman gözlerim karanlığın içinden çıkıp da aydınlığa ulaşacak bir hareket bekliyorum.

Tarlanın aşağı başında biri, elinde el feneri. Fenerin ışığı, gecenin içindeki rüzgarla salınan mısırların üzerinde dolaşıyor. Bir baştan bir başa. Üç beş dakika sonra tekrar el fenerinin ışığı mısırların üzerinde.

Aradığını bulamamış olmanın hüznü ile belki de tekrar görünmüyor el fenerinin ışığı.

Gece uzadıkça uzuyor.

Yetmiyor bir sokak lambasının ışığı geceyi aydınlatmaya.

'Boş ver' diyorum kendime. 'Vakit çok geç oldu. Yat uyu.'

Tam kendimi ikna etmişken bir büyük hışırtı daha duyuyorum. Kocaman, koskocaman cüsseli bir hayvan, mısırların arasından çıkıyor. Ağız ve burnuyla kendine hem yol açıyor hem de yiyecek bir şeyler arıyor.

Bir domuz.

Yaban domuzu. Bu kadar yakınımda yaban domuzu görmek, daha önce hayalime bile uğramış değil. Afallıyorum.

Merak ediyorum. Ne yer bu hayvan? Bakıyorum. Yemediği bir şey yok gibi. Et de yiyor ot da. Meyve de.

Üzüm dallarına çarpan o güçlü haşırtı tekrar kulaklarımda. Ben şaşkın. Hem de çok.

'Bu yaban hayvanını dağdan şehre indiren kim?' diye soruyorum kendi kendime. İç sesim yanıtlıyor hemen: 'Kim olacak ki, elbette insan.'

Sevgi, dostluk ve umutla.

Bakmadan Geçme