Tıp eğitiminin tarihçesi
İnsanları hastalıklardan koruyan ve kurtaran hekimlik, tarih öncesi dönemde dini öğeler ve büyünün iç içe geçtiği...
İnsanları hastalıklardan koruyan ve kurtaran hekimlik, tarih öncesi dönemde dini öğeler ve büyünün iç içe geçtiği bir kimlikle başlayıp zanaatkara dönüşen ve günümüzde bir bilim insanına evrilen bir yolculuğu sürdürmektedir. Yolculuğun neredeyse tümünde usta-çırak ilişkisi, bu mesleğin vazgeçilmezi olmuş, ustalar aynı zamanda ilk tıp eğiticileri olmuştur.
Tarih öncesinden başlayarak toplumlarda var olan hekimler, tedavi yöntemleri ve kullandıkları araç ve gereçler, günümüze kadar ulaşmış ve tıp alanındaki gelişmeler izlenebilmiştir. Tarihin bu ilk dönemlerinde hekim rolü üstlenenlerin kimi toplumlarda yanına aldıkları çıraklarına öğretilerini aktardıkları, kimi toplumlarda da bu mesleğin aile içinde kuşaktan kuşağa aktarıldığı bilinmektedir. Bu mesleğin bir öğreti olarak görülmesi ve okul içinde öğretilir olması ise daha kayıt altına alınabilen yıllara dayanmaktadır.
İlk Çağ'da tıp eğitimi
Tıp eğitiminin bir okul yapısına ulaştığı ve yazılı bilginin oluşmaya başladığı ilk dönem olarak Eski Yunan dönemi görülmektedir. Bu dönemde öne çıkan yapılar, sağlık tanrısı ya da hekimlerin tanrısı olarak inanılan Asklepios için yapılan tapınaklar olan asklepionlardır. Asklepionlar; hem ilk hastaneler hem ilk tıp okulları hem de tapınaklardır. Asklepionların en ünlüleri, M.Ö. 5-6. yüzyıllarda Epidaurus, Kos, Knidos (Datça, Muğla) ve Bergama'da (İzmir) kurulmuştur. Kos Adası'nda M.Ö. 460 tarihinde doğan Hipokrat, çalışmalarını temel olarak buradaki Asklepion'da gerçekleştirmiştir. Hipokrat'ın öğretileri ve tıp alanındaki uygulamaları, kendi dönemi kadar sonraki yüzyıllar boyunca Avrupa'da gelişen tıbbın da temellerini oluşturmuştur. Hipokrat, hastalıkların açıklanabilir nedenleri ve tedavileri olacağını tanımlamış, bunları ayrıntılarıyla yazabilmiş, tedavi yöntemlerini tanımlarken başarılı olduğu noktalar kadar başarısızlıklarını da açıklamış, etik konulara girmiş bir hekim ve usta olmuştur. Ortaya koyduğu eserler, Hipokrat Koleksiyonu olarak bilinir ve ölümünden (M.Ö. 370) sonra İskenderiye Kütüphanesi'nde bir araya getirilmiştir.
M.Ö. 3. yüzyılda Mısır'ın Yunan egemenliğine girmesiyle İskenderiye, tıp ve tıp eğitiminin yeni merkezlerinden biri olmuştur. Hipokrat sonrasında filozofların egemenliğinde geçen bu dönemde hem hekimler hem de hekimliği öğretenler mezheplere ve tıbbi sistemlere ayrıldı. Tek ortak noktaları, hayatlarının bir döneminde İskenderiye'de çalışmaları oldu. İskenderiye'de çalışmalarını sürdüren iki araştırmacı Herofilos ve Erasistratos, anatomi ve fizyoloji alanlarında öne çıkan isimler oldu ve anatomi ve fizyoloji tıp eğitimi içindeki yerlerini aldılar.
Batı'da ilk Çağ'ın son ismi, şüphesiz Galen olmuştur. M.S. 129-200 yılları arasında yaşayan Galen, Romalıların yönetiminde bulunan Bergama'daki asklepionda çalışmalarını sürdürmüştür. Düşünceleri ile tıp eğitimini yönlendiren ve eserleriyle Orta Çağ sonuna kadar tıp eğitimini sürükleyen Galen, 'Gelecekteki hekimler, sadece uygulamada değil teorik olarak da yeterli öğrendiklerini kanıtlamak zorunda olacaklardır' ifadesiyle tıp eğitimini yeni bir anlayışa taşımıştır. Roma döneminde kölelerin ve kadınların hekim olabilmelerine olanak sağlamasıyla da bir dönüm noktası olmuştur.
Eski Yunan ve Mısır'da bu gelişmeler yaşanırken daha doğuda yani Hindistan ve Çin'de de hekimlik ve eğitimi sürdürülmekteydi. Hindistan'da Hinduizm ve Budizm etkisinde kalan hekimlik uygulamalarının öğretilmesi, hekimlerin bildiklerini yanlarında yetiştirdikleri öğrencilere aktarmasıyla gerçekleştiriliyordu. Çin'de ise hekimliğin kişinin içinde var olan bir durum olduğu inancının etkisiyle hekimlik, aile içinde babadan oğla ya da yakın akrabalarına aktarılıyordu.
Orta Çağ'da tıp eğitimi
Roma İmparatorluğu'nun yıkılması ve topraklarının istilaya uğraması ardından güçlenen ve tüm toplumsal yapıları etkisi altına alan Kilise, Avrupa için karanlık çağı yaşatmıştır. Roma İmparatorluğu zamanında en gelişmiş kurumlar olan hukuk ve tıp bu dönemde ortadan kaldırılmıştır. Avrupa'nın bu her türlü bilimsel düşünceden uzak dönemi, Orta Çağ'ın başında Arap ülkeleri için bir yükselme dönemi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Orta Çağ tıp eğitiminde öne çıkan ilk merkez, İran'da bulunan Cundişapur Hastanesi ve Tıp Okulu'dur. M.S. 4. yüzyılda Sasani Hanedanı döneminde kurulmuştur. Bu merkezde bir hastane, bir okul ve 40.000 kitabın yer aldığı bir kütüphane yer almaktaydı. Mısır, Roma ve Yunanistan'dan bilim insanları, bu merkezde çalışmaktaydı. Altıncı ve yedinci yüzyıllarda en parlak dönemini yaşayan merkezde tıp ve diğer alanlarda eğitim veren 500, eğitim alan 5000 kişi bulunuyordu. Tıp eğitimini tamamlayanlar için bazı idari düzenlemeler getirilmişti, çalışabilmek için bir sınavı geçmeleri gerekiyordu. Bu dönemde ilk tıp toplantısı da gerçekleştirilmiş ve farklı ülkelerden yüzlerce hekim katılmıştır. Cundişapur Tıp Okulu'nda eski Yunan ve Roma dönemi eserlerinin çevirisi yapılarak öğretilmiştir. Daha sonraları Hint ve Çinli bilim insanları merkeze davet edilerek Hint ve Çin tıbbına ait eserlerin çevirileri de yapılmıştır.
İslamiyet'in Arap Yarımadası'nı etkisi altına aldığı dönemlerde hekimlik, özellikle desteklenmiş ve saygın bir meslek olarak sürdürülmüştür. Abbasiler döneminde 9. yüzyılda Bağdat'ta kurulan modern anlamdaki ilk hastanenin yanında da büyük bir kütüphane yer almaktaydı. El-Razi'nin ifade ettiği gibi hekimlerin hastaların yatakları başında uygulama yapmak kadar teorik bilgiyi de edinmeleri gerekiyordu ve kütüphaneler, hem kitapların okunduğu hem de derslerin yürütüldüğü mekanları oluşturuyorlardı. Bu dönemde öncelikle Yunan tıp kaynaklarının çevirilerini gerçekleştiren ve 20 cilt tıp kitabı yazan Yuhanna İbn Mesaveyh öne çıkmıştır. Halifeye hekimlik yapmanın yanında kendi özel okulunda da öğrencilerini yetiştirmiştir. Kitaplarında insanları şarlatanlara karşı uyararak eğitim almış hekimlere başvurmalarını önermiştir. Huneyn bin İshak ise yine bu dönemde yetişmiş, tıp eğitimine önemli katkılar sunmuş bir hekimdir. Profesyonel etiği ve standartları teşvik etmiş, yazdığı kitaplar İslam dünyasında tıp ve eczacılık eğitiminin temellerini oluşturmuştur.
Arap dünyasının en ünlü isimlerinden biri kuşkusuz El-Razi'dir. Hipokrat'ın yaklaşımlarını benimsemiş, Galen'e açıkça karşı çıkmıştır. Birçok hastalıkla ilgili yaklaşımları, bugünkü bilgilere temel oluşturmuştur. Bir tıp eğiticisi olarak yayılan ünü, birçok kişiyi ondan ders almak üzere ülkeye çekmiştir. Klinik tıp ve yatak başı eğitimi öne çıkaran eserleri, kendisinden sonraki 300 yıl boyunca Avrupa'da temel başvuru kaynağı olmuştur. Hasta-hekim ilişkisine ve etik değerlere verdiği önemi El-Mürşid adlı eserinde dile getirmiştir. Hekimlere hastalarına durumlarıyla ilgili soruları arkadaşça sormalarını ve sonra hikayelerini anlatmalarına izin vermelerini önermiştir. Hekimlerin hastaların yanıtlarına ve açıklamalarına ilgi göstermesini, bu arada da hastalarının durumlarını gözlemesini vurgulamıştır. El-Razi'nin bu yaklaşımları, onun uzun yıllar boyunca saygı duyulan bir hekim ve öğretici olmasını sağlamıştır.
Arap ülkelerinde 10. yüzyılın sonuna gelindiğinde üç tip tıp okulu bulunmaktaydı. Bağdat, Şam ve Kahire'de olduğu gibi hastanelerle birlikte bulunan merkezlerde ders salonları, kütüphaneler, eczaneler bir arada yer alıyordu. İkinci tip okullar, El-Razi'nin de sahip olduğu gibi özel okullardı ve yetiştiricinin ününe gelen öğrenciler, buralarda eğitim almaktaydı. Üçüncü türde ise ünlü bir hekimin yanında usta-çırak ilişkisi içinde hekimlik mesleği öğreniliyordu.
Arap dünyasında tıbbın ve hekimliğin duraklamaya başladığı 11. yüzyılın başlarında tıp dünyasının en etkili ismi, bu topraklarda ortaya çıkmıştır. İran ve Irak'ta üstün yetenekli bir çocuk olarak yetişen İbn-i Sina'nın Hipokrat ve Galen'in öğretilerinden yola çıkarak oluşturduğu eserleri, 17. yüzyıla kadar Avrupa üniversitelerinde okutulmuştur. En önemli eseri Kanun'dur. Bu eseri, hem hekimlik bilgisini teorik ve pratik olarak tanımlaması hem de hastalıkların belirtileri, tanıları ve tedavileri ile korunma yollarına sistematik yaklaşımıyla dikkat çekmiştir.
Tıp alanındaki İslam dönemi etkisi, Bağdat'ın 1258 yılında Moğollar tarafından işgaliyle azalmakla beraber Cordoba ve Granada gibi o dönem İslam egemenliğinde bulunan İspanyol kentlerindeki çalışmalar ile 14. yüzyıla kadar sürmüştür.