Ölümün yalnız hizmetkarları: Cellatlar

Geçmişte hemen hemen tüm toplumlar, suçu önlemek için ağır cezalara başvurulması gerektiğine inanıyordu. Bu cezaları infaz...

Geçmişte hemen hemen tüm toplumlar, suçu önlemek için ağır cezalara başvurulması gerektiğine inanıyordu. Bu cezaları infaz eden meslek grubu ise cellatlardı. Cellat kelimesi, bize Arapçadan geçmiştir ve 'kırbaçlayan, çeşitli eziyetler uygulayan' anlamına gelmektedir.Tarih boyunca hangi toplumda olursa olsun cellatlar; hep korkulan, tiksinilen, uğursuz görülen ve bu nedenle halk tarafından dışlanan kimseler olmuş; yaşarken evleri, öldüklerinde de mezarları diğer insanlarınkinden ayrı ve uzakta tutulmuştur. Öyle ki Roma'da bir cellat, yanlışlıkla bile olsa bir Roma vatandaşına dokunsa o kişinin onuru zedelenmiş sayılırdı.

Antik Yunan ve Romalılarda ilk zamanlar idam görevi, zorla esirlere yaptırılırken daha sonra bu iş için özel kişiler görevlendirilmişti. Roma'da 'califex' olarak adlandırılan kişiler, vatandaşlık statüsüne sahip olmayan köle ve yabancıların infazından sorumlu kamu görevlileriydi. Ayrıca imparatorun ya da yüksek rütbeli kişilerin özel korumalığını yapan 'lictor' adlı görevliler de yeri geldiğinde kırbaçlama, ölüm cezası vb. cezaları uygulama yetkisine sahiptiler. Roma kolonilerinde ise idam, çarmıha germe gibi görevler, lejyonerler (profesyonel paralı askerler) tarafından gerçekleştirilirdi.

Osmanlılar zamanında cellatlar, Hırvat devşirmeler ya da Kıptiler arasından seçilirdi. 1400'lü yıllardan itibaren sarayda cellatlar kullanılmaya başlandı. 1500'lü yıllarda ise daha önce sadece padişahın özel korumalığını yapan dilsizler de ileri gelen devlet adamları ve hanedan mensuplarının infazında bulunmaya başladılar. Sağır ve dilsiz insanların bu işle görevlendirilmesinin sebebi, idam edilecek kişinin yalvarmalarından, feryatlarından etkilenip merhamete gelmemeleri içindi. Osmanlı'nın yükselme döneminde sarayın hizmeti görevini üstlenen Bostancı Ocağı bünyesinde bir cellat ocağı kuruldu. Ocağa giren cellat adayları, önce usta bir celladın yanında belli bir süre yamak olarak görev yapar, becerikli bulunanlar ise daha sonra cellatlığa geçerlerdi.

Cellatların idam hükmünü infazı, mahkumun statüsüne göre farklı olurdu yani cezaların uygulanmasında bir hiyerarşi söz konusuydu. Eski Türk geleneklerine göre hanedan mensuplarının kanı kutsal sayıldığından akıtılması uygun görülmezdi. Bu nedenle eğer idam edilecek kişi, hanedan mensubu ise yay kirişiyle boğularak öldürülürdü. İdam hükmü, bostancıbaşıya verilir, o da söz konusu mühim bir şahsın idamı ise hüküm uygulanırken çavuş adı verilen yüksek rütbeli memurlarla beraber bizzat nezaret ederdi. Bostancıbaşı ve memurlar, idam emrini ilgili kişiye okuduktan sonra teselli ve telkin eden sözler söyler, sonra işi cellatbaşına havale ederlerdi.

Adi suçluların, mesela hırsızların infazı ise halka ibret olması açısından genellikle suçu işledikleri yerde ama illa ki halka açık bir şekilde asılmak suretiyle gerçekleştirilirdi. Bu suçluların infazdan önce veya sonra sokaklarda gezdirilmesi ya da belli bir yerde teşhir edilmesi adetti. Eğer idam edilecek suçlu, Yeniçeri Ocağı'ndan bir asker ise başı, cellat satırı ile vurulurdu. Avrupa'da idam cezasına çarptırılmış kişinin düşmanları, infaz anını acıyı artırıp intikam almak için son bir fırsat olarak görürlerdi. Mahkumun kafasını vuracak cellada infazdan önce bu kişilerce bolca içki ısmarlanır, sarhoş olan cellat acemi vuruşlarla kafayı koparmak için defalarca darbe indirmek zorunda kalır, idam işkenceye dönerdi. Nitekim İngiltere Kralı VIII. Henry'nin genel sekreteri ve kraldan sonra en yetkili kişi olan reformist devlet adamı Thomas Cromwell'in idamının bu şekilde gerçekleştiği rivayet edilir.

Yine Osmanlı'ya dönecek olursak; siyasi bir suçtan dolayı idam edilecek kişinin katli, Topkapı Sarayı'nın birinci avlusunda bulunan çeşme önünde yapılırdı. Cellat, infaz sırasında kullandığı malzemeyi bu çeşmede yıkayıp temizler, sonra da mahkumun kesik başı yine bu çeşme önünde bulunan 'ibret taşı' üstüne sergilenmek üzere konurdu. Bu sebepten bahsi geçen çeşme, 'Cellat Çeşmesi' olarak anılırdı. Cellatların ikamet ettiği yer de hemen bu çeşmenin arkasında bulunan koğuşlardı. Saray dışında gerçekleştirilen idam hükümleri, daha çok Yedikule Zindanı'nda infaz edilirdi. İdam edilecek kişi ,İstanbul dışındaysa yani saraya uzak bir yerde ikamet ediyorsa başı cellat tarafından itinayla kesildikten sonra emrin yerine getirildiğinin bir kanıtı olarak içi bal dolu bir torbaya konup başkente ulaştırılıyordu. Bal, çürümeyi ve bozulmayı önlüyordu.

Bir kişi, infaz edilmek üzere cellada teslim edildiğinde infaz sonrası maktulün üstünden çıkan her şey, adetlere göre celladın hakkı sayılırdı. Öldürülen kişilerin üzerinden çıkan kürk, cübbe, kese, yüzük vs. mallar biriktirilir ve yılda bir iki defa düzenlenen cellat mezadında satılarak elde edilen para, cellatlar arasında pay edilirdi. Ancak hem cellatlar hem de sahibine hayır getirmeyip cellat eline düşmüş olan bu mallar, uğursuz kabul edildiğinden gerçek değerlerinin oldukça altında bir fiyata alıcı bulurlardı.

Osmanlı döneminin en ünlü celladı Kara Ali idi. Sultan İbrahim'in tahttan indirilmesi ile sonuçlanan olaylar sırasında ünlü sadrazam Hezarpare Ahmet Paşa'yı boğmuş, daha sonra da Sadrazam Sofu Mehmet Paşa'nın emri ile bizzat Sultan İbrahim'i de boğarak tarihe geçmişti. Diğer ünlü cellatlar ise Kara Ali'nin yamağı Hammal Ali ve Kara Ali'den sonra cellatbaşı olan Süleyman'dı.

Cellatlar, öldükten sonra gerek Avrupa'da gerekse Osmanlı topraklarında diğer insanlarla aynı yere gömülmez, şehrin en ücra yerlerindeki ayrı bir mezarlığa defnedilirlerdi. Osmanlı dönemi mezar taşları, ölen kişinin kimliği hakkında yazılı bilgi vermekten başka şekilleri, üzerindeki işlemeler ve işaretlerle kişinin cinsiyeti, mesleği, mensup olduğu tarikat hakkında bilgi verir nitelikteydi. Ancak cellatların mezar taşlarında yaşamlarına ya da mesleklerine dair yazı, işaret ya da herhangi bir işleme bulunmazdı. Hemen hemen bir buçuk metre boyunda kaba ve yontulmamış taşlardan ibaretti ve bu, aslında çok ince bir adetti. Çünkü böylece infaz ettikleri onca kişinin yakınlarınca mezarlarına herhangi bir zarar verilmesinin, isimlerine beddua edilmesinin önüne geçilmiştir.

Tanzimat döneminde Sultan Abdülmecit, sarayda cellat bulundurulması geleneğine son vermiş ve cellat ocağı da böylece ortadan kalkmıştır.

Velhasıl aranan bir resmi görevli olmasına ve çok zor bir meslek icra etmesine rağmen ölümün soğuk hizmetkarı olarak görülen, hizmet ettiği kişiler de dahil olmak üzere toplumun her kesimi tarafından dışlanan cellatlar, günümüzde idam cezası olan ülkelerde infaz memuru vb. adlarla yine görevini sürdürmekte ancak infaz şekillerinin ve unvanının değişmesinden dolayı eskisi kadar ürkütücü görünmemekte, ilgimizi cezbetmemektedir.

Bakmadan Geçme