İş bilmek…
Osmanlı İmparatorluğu'nun duraklama döneminde, Anadolu'da yaşanan bir olayı, Amin Maalouf'un 'Yüzüncü Ad' kitabından bir alıntıyla aktarmak...
Osmanlı İmparatorluğu'nun duraklama döneminde, Anadolu'da yaşanan bir olayı, Amin Maalouf'un 'Yüzüncü Ad' kitabından bir alıntıyla aktarmak istiyorum.
1666 yılında eski bir tanıdığının izini bulmak amacıyla İzmir'de bulunan Lübnanlı bir sahafın (kitap koleksiyoncusu) yaşadıklarının günümüze bile ışık tutmasını görebileceğinizi umut ediyorum…
Sahaf, tesadüfen Sabetaycıların ayaklanmalarının hemen sonrası İzmir'dedir ve Müslüman değildir. Bir yakınının resmi kayıtlarda var olup olmadığını öğrenmek amacıyla o zamanki İzmir nüfus kayıtlarının tutulduğu resmi daireye gidecektir. Ancak duyduğu kadarıyla bu tür yerlerde işler, 15-20 altın gibi gayri resmi karşılıklarla yapılıyormuş. Hele ayaklanma sonrasında gayrimüslimlerde bu miktar daha da artmış ve bazen de bedeller oracıkta kafası kesilerek alınıyormuş. Çekinerek ve can korkusuyla buradaki memurdan aradığı kişinin nüfus kayıtlarının varlığını ve bunun bedelini sormuş. Memurun 200 altın isteği şaşırtmışsa da başka çaresi olmadığı için kabul etmiş.
Memur, kayıtları iyice inceleyip bir şey bulamamasına karşın 200 altını almış. Sahaf, bütün parası olan bu kadar çok altını boşuna vermenin üzüntüsü ile tam binanın dışına çıkıp oradan ayrılırken biraz önceki memur yetişip altınlarını iade ederek hemen buradan gitmesini istemiş. Son altınlarını geriye alan adam teşekkür etmek isterken memurun sert üslupla 'Buradan hemen git' tepkisiyle karşılaşmış. Lübnanlı hemen uzaklaşmış ama son anda yaşananlara bir anlam verememiş…
Aradan bir müddet geçince sahaf, memura uğrayıp hem teşekkür edip hem de kendisine sert davranışın altında neyin olduğunu öğrenmek istemiş. Memurun yanına uğrayıp kahvesini yudumlarken aldığı yanıt onu da oldukça düşündürür:
'Benim asli görevim zaten bu işleri yapmak, ben bu yüzden maaş alıyorum ve onu ailemle paylaşıyorum. Ancak burada işler, ne acıdır tamamen rüşvetle dönüyor. Eğer ben orada sizden rüşveti alıyor gibi gözükmeseydim ve bunu da sürekli yapıyor gibi davranmazsam çocuklarımla paylaşabileceğim bir maaşım da olamazdı ve beni bir şekilde buradan uzaklaştırılardı…'
12 Eylül 1980 darbesinden sonrası süreçte liberal ekonominin toplumsal yansımasında da söylenegeldi, malum anlayışın uygulamasında da dile geldi: 'Benim memurum işini bilir' dedi…
Diğeri de: 'Yapmışsam yapmışımdır, vermişsem ben vermişimdir' diye haykırdı…
Şimdilerde de duyarız hala, belli belirsiz mırıldanmalar değişik yerlerde. Ama herkes, işinin görüldüğüne bakıyor. Nasılsa verdiğinden fazlasının alacak ya…
Ulus olmamızın temelindeki Mustafa Kemal Atatürk ise: 'Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan, rahat yaşamanın yollarını alışkanlık haline getirmiş uluslar; önce onurlarını, sonra özgürlüklerini, daha sonra geleceklerini kaybetmeye mahkumdurlar' demişti oysa…
Hangi birine yanalım?
Yok olup giden kişisel ve toplumsal onurumuza mı?
Yoksa Cumhuriyet tarihi boyunca milli eğitimin özünü konulan, sürekli korunan ve öğretile gelen, aslında millli değerimiz olan erdemli olmanın ayaklar altına alınmasına mı?