Garp cephesinde yeni bir şey yok

Halk arasında yaygın bir soru: 'Ne var, ne yok?' Buna yanıt olarak da çoğu okumuşun ağzından:...

Halk arasında yaygın bir soru: 'Ne var, ne yok?' Buna yanıt olarak da çoğu okumuşun ağzından: 'Garp cephesinde yeni bir şey yok' sözü dökülüverir. Bu tümce, dünya edebiyatının özellikle 20. yüzyılda en çok okunan yapıtları arasında yer alan Alman roman yazarı Erich Maria Remarque'ın aynı adı taşıyan roman adı dilimize persenk olmuş.

Sözü Remarque'dan açmışken bu romanın yayın serüvenini Burhan Arpad'ın dilinden çok kısaca değinelim. '1928 yılında kitap olarak yayınlanan ilk romanının çetin bir çekişme dönemi vardır. Remarque'ın elliye yakın yayınevine birer kopyasını gönderdiği bu romanı hiç kimse basmak istemiyordu.' (1) Bu çekişmeli yayın sürecinin nasıl sonuçlandığını bir başka yazıya bırakarak kendi özümüze dönüp 'Yayın dünyasında ne var ne yok diye soralım' demeye kalmadı; çok eskilerden bir ses, yanıt vermekte gecikmedi.

'Bizanslı kafalar vardır ülkemizde. Her şeyin Bizans'ın ilk yatağı olan İstanbul'dan kaynaklanacağını, tüm soylu çabaların oradan çıkacağını sanırlar. Sanatın yalnız oradan yönetilip yeşertileceğine inanmışlardır. Herkesin usuna bu görüşü yerleştirmek için yazar dururlar. Büyük gazetelerin, dergilerin köşelerine çöreklenmişlerdir. Bunlar, basın ağasıdırlar. Anadolu'ya, halk kaynağına inanmamışlardır. Bakmayın siz onların devrimci söz ettiklerine, özlerinde sanatın geniş ve yaygın bir kaynaktan geleceğine ve tabandan sürüp yeşereceğine inançları yoktur. Kendi adamlarını yeğleyip durdukça, yandaşlarına övgü düzdükçe bunun kalacağını sanırlar. Bilsin ki basın ağaları, onların yargıları değildir yaşayacak olan. Adsız, boyutları dar gelirin sayfalarında görünen adlar yaratacaktır özgün ve öze dönük düşünceyi, sanatı.' (2)

Osman Bolulu'nun 1977'de dile getirdiği bu görüşlerden hangisi geçerliliğini yitirdi, ne dersiniz? Yitirmek şöyle dursun, bilişim teknolojilerinin gelişimine koşut, bugün yeni olanaklar var artık. Her şeyden önce matbuat sektörü, masaüstü denilen bir yayıncılık sektörüyle tanıştı. Kurşun harfler, yerini bilgisayar klavyesine terk etti. Dünya, world wide web (www) ile bilişim ağına kavuştu. Yani elinizdeki yazı, resim, grafik, hatta müzik, video, animasyon gibi öğelerden oluşan bilgileri uygun biçimde bir araya getirip başkalarıyla -hem de milyonlarca kişiyle- paylaşabilirsiniz.

Dünyanın en uzak köşesinden size ulaşan bir dergi ya da kitap dosyasını rahatça basabilirsiniz. Bu durumda koca koca alanları işgal eden matbaa makineleriyle uğraşmak yerine dizüstü bilgisayarınızdan tüm süreci kontrol edebilirsiniz. Her ne kadar bir düşünüre göre internet, henüz taş devrini yaşasa da eskiye oranla işler oldukça kolaylaştı. Yayınevlerinin matbaa stresi ve basım sürecinin kısalmasıyla hem iş yükü hafifledi hem de giderler eskiye oranla daha da azaldı. Bunun yanı sıra kitabın yayımlama ateşiyle kavrulan çok geniş bir kitle, kurnazlarca keşfedildi. Bugün artık yerden mantar bitercesine her yerde, her koşulda yayınevi bitiyor. Hani bir şarkı var; 'Bas bas paraları Leyla'ya' der ya bugün de parayı bastıran, en ünlü yayınevinden rahatça kitap yayımlatabilir.

Konudan dertli birine de Yücel Dergisi'nde rastladım: 'Mesela Edebiyatçılar Derneği, dediklerine bakılırsa en az üç kitap yayınlamış kimseyi aralarına üye olarak alıyormuş. Demek oluyor ki Pascal, La Bruyére bu derneğe giremezdi. Mensup olduğu tarikata girmek için en az kırk göbek asil olmak gerektiğini söyleyen Strasbourg papazına bir gün Erasmus'un verdiği şu yanıtı anımsayalım: 'Desenize İsa bile sizin aranıza katılamayacakmış.' (3) Bu duruma göre bizde de tek şiir kitabı çıkaran Ahmet Arif'in Edebiyatçılar Derneği'ne üyeliği, söz konusu dahi edilemez! Benimse üç dergi yayımcısı olmam ki -biri Alman dilinde-, ayrıca altı kitap yayımlamış olmam da Pen Türkiye'ye üye olmama yetmediği gibi…

Hem kitap okurunun ülke nüfusuna oranla düşüklüğünden dem vururuz hem her gün onlarca yeni kitabı piyasaya süreriz. Doğrusu kalp para basımına döndü bu iş. Çünkü onları yayımlayanların derdi, ne Türk edebiyatı ne ülke sorunları, onların tek derdi hap yap para kap!

Kötü para nasıl iyi parayı kovuyorsa bugün kötü kitaplar da iyi okurların kitaplardan soğumasına yol açıyor. Diyeceksiniz, 'Efendim, iyi kitap okuru mu kaldı?' Ona da eyvallah. Orta düzeyde okura da razıyız; yeter ki nitelikli kitap ona daha uygun fiyatlarla ulaşabilsin. Yeter ki kapitalizmin uşağı durumuna düşmesin yazarlar ve yayınevleri…

Ah Osman hocam ah! Senden önce Remarque çekmiş bu çileyi, şimdi de biz, neylersin ki vazgeçemiyoruz bu işten…

Saracoğlu Caddesi

'Saracoğlu'nun sesini duyan var mı?' başlıklı yazımda şöyle demiştim: 'Yoğun insan ve araç trafiği yaşanan bu caddemiz, devlet hastanesinin taşınmasıyla bir anda ölü sessizliğine büründü. Bir bir mağazalar kepenk indiriyor. İzmir-Alsancak semtinin ünlü caddesi Kıbrıs Şehitleri'nin yaya bölgesi yapılmasıyla burada bulunan iş yerlerinin birden canlanması gibi Saracoğlu Caddesi'ndeki iş yerleri de hareketlenecek, belki birçok kafe benzeri yerin de açılmasına yol açacaktır

Geçen hafta Ödemiş Belediyesi'nin organize ettiği 1. Alışveriş Şenliği, kimi esnaf tarafından eleştirildi. Haklı oldukları noktalar var. Ancak ilk girişim olarak belli saatler arasında caddenin trafiğe kapatılıp Kent Orkestrası tarafından verilen konserle de şenlik havasına bürünmesi güzel de bu, salt Çınaraltı bölgesine özgü kalmamalıydı. Ödemiş'te olmadığım için çok fazla bir şey söyleyemem. Ancak şunu memnuniyetle söylemeliyim ki en azından görüşlerimize önem veren bir belediye başkanımız var artık. Belediye duvarı, Berlin Duvarı değil artık! O yazımda dile getirdiğim gibi Saracoğlu Caddesi; yayaların rahatça gezebildiği, oturup dostlarıyla sohbet edebileceği kafelerin olduğu bir bölge olmalıdır.

Dipnotlar

(1) Remarque, Burhan Arpad, s.25, Kitaş, 1972, 1.baskı, İstanbul.

(2) Oluşum, sayı 37, Mayıs 1977.

(3) Julien Benda (Yazar Kime Derler, Çev. Gündat, Yücel Dergisi, sayı 1, 1955)

Bakmadan Geçme