“DUR YOLCU” Çanakkale Geçilmez!

Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver, bu...

Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın

Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.

Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın

Bir vatan kalbinin attığı yerdir…

Ne de güzel anlatıyor; şair Necmettin Halil Onan , 'Dur Yolcu ' şiirinde, toprak diyerek bastığımız yerlerin şehadet kanıyla sıradan bir toprak olmaktan çıkıp, vatan olduğunu haykırıyor.

18 Mart günü Ege Üniversitesi Kongre Merkezi'ndeydim. Prof. Dr. Hasan Mert hocamızın, Siperin Ardındaki Çanakkale isimli konferansını dinlerken hatırıma bu bahsettiğim şiir takıldı. Siperlerin ardındaki Çanakkale'yi bu şiir ile adeta yaşadım. Elbette kıymetli hocamız Hasan Beyefendi de çok içten o günleri sanki orada yaşarcasına anlatmasıyla bizler de kimi zaman ağladık.

Allah gerçekten de bir daha bu millete böylesi acılar yaşatmasın duası dilimize pelesenk oldu.

'Altım çamur, üstüm yağmur yine gönlüm hoş idi…'

Çanakkale Deniz Zafer'inin 104. Yıldönümü. 1. Dünya Savaşının seyrini değiştiren Çanakkale Destanı, bir milletin dirilişinin adıdır; dersek yerinde söylemiş oluruz.

Siperlerin ardında canını bir saniye bile düşünmeyen can feda Mehmetçiğimiz bir somun ekmeğe hasret, yatağı toprak yorganı gökyüzü olarak bağımsızlık adına şehadet şerbeti içti.

O günleri bugünlerden bugünün konforundan anlamak da anlatabilmek de zor …

Hiç olmazsa 18 Mart günü şehitlerimizi anlamamız için vesileler ile dopdolu, keza hocamı dinlerken ister istemez empati yapmaya çabaladım.

Konferans sonrası dağıtılan asker tayını yemek için girdiğimiz kuyrukta da bu empatim daha da ziyadeleşti diyebilirim.

Bir öğün yemek; sadece tayın…

Seyit Onbaşı 276 kg. mermiyi kaldırıp fırlatarak İngiliz Ocean gemisini batırdığında ödül olarak ne istediğini sorarlar; kendim için özel bir şey istemiyorum; sadece katığın yanında askerime bir somun ekmek daha fazla verilse der.

Tayını yerken 104 yıl önce söylenen bu sözü düşündüm. İsraf edilen onlarca ekmek ve yemek böylesi zor günler yaşayan atalarımızın aziz hatıralarına bir saygısızlık olmuyor mu?

Türk Ordusu'nun kazandığı bu zafer, Çanakkale Boğazı'nın savunulmasıyla kalmadı, yüzyıllardır kaybetmeye alışmış bir ordunun özgüvenini de yeniden kazanması anlamına geliyordu. Daha da ötesi, Kurtuluş Savaşı'na kalkışacak cesaretin kökleri de Çanakkale'dedir.

Neden mi diye soruyorsan sevgili okurum, Türk insanı dünyanın en büyük orduları karşısında geri adım atmayacak bir öze sahip olduğunu yeniden keşfetmiştir. Bu başarıda topyekün bir milletin bir vücut olduğunu görebiliyoruz. Atatürk o zaman Osmanlı Devleti'nin genç bir yarbayı olarak 18 Mayıs 1915 tarihli emri ile din adamlarının da cephede komutanların yanında yer almalarını bildirmiştir. Bu emir ışığında imamların askerlerimizin yanında bizzat bulunduklarını görüyoruz. Bu konuyu daha detaylı olarak Harp Mecmuasında Şehit İmamlar bölümünde okuyabiliyoruz. Toplumun makus talihi Hakk'a tapan bir millet oluşuyla da çok yakınen ilgiliydi.

İlk Türk hemşiresi Safiye Hüseyin Elbi, gönüllü hastabakıcı olarak cepheden cepheye koşarken kollarında şehit olan Bekir Çavuş'un son nefesinde , 'Kumandanım ah efendim vazifemi yapamadım…' feryatlarını unutamadığını söyler.

Derinden bir nefes alıp; kendime gelmeden yazıya devam edemiyorum be cancağızım kıymetli okurum.

Nice fedakrlıklar nice yokluk, yoksulluk ile miras bırakılan vatanımız için bizler gönüllü olarak ne yapabiliyoruz? Modern, bir o kadar da kapitalist çağımızda!

Konforumuz gıcır, bir giydiğimizi giymiyor; bir yediğimizi yemiyoruz, oysa en azından yılda bir hafta Çanakkale Haftası 18-24 Mart tarihinde yer sofrasında bir sininin başında aynı tabağa kaşık sallasak, bir dilim ekmeği hayal edecek kadar karnımızı doyursak dersem, tıpkı Yeniçerilerin başlarında taşıdıkları kaşıkları gibi kaşıklarımız için endişe duyabilsek, acaba bir tas çorbaya o kaşığı daldırabilecek miyiz diye kara kara düşünsek… Eyvah ki ne eyvah!

Bu düşünceler içindeyken günün anlamına binaen kampanalar çalıyor dans tiyatrosundan da bahsedeyim.

Konferansın hemen ardından izlediğim oyundaki gençler bizi alıp bir asır öncesine ışınladılar. Sahneye verilen dumandan bir ara tıkanıp öksürük nöbeti ile kendimi dışarıya atayım derken verilen efektlerle ortam savaş alanına dönüp kararmasın mı, aklıma gelen her duayı okuyup; Yaradan'ım bu kadar empati yeterli diye niyazda bulundum.

Dışarda temiz hava, güneşli bir öğleden sonrasında denize nazır içtiğim demli çay öncesinde yediğim asker tayını ile kendime geldim. Şükürler olsun, bugünlerimize….

Şehitlerimizi saygı ile rahmetle anıyoruz. Onlara olan minnetimizi çok çalışarak emeğin ve ekmeğin değerini bilerek eda etmeliyiz diye önce kendi benliğime sonra da sizin nefsinize tavsiyede bulunuyorum, iyi ediyorum değil mi?

Ediyorsun cevabınızı duyar gibiyim.

Sözlerimi, müsaadenizle, tarih hocamızdan duyduğum manidar bir ifadeyle hatim eyleyeyim:

'Tarihini bilmeyenlerin, coğrafyasını başkaları çizer…'

Bakmadan Geçme