Anadil, yüreğin kapısıdır
Başlığa taşıdığım slogan, içinde ne çok acılar barındırır bilseniz… Öğretmenlik yıllarımda kendime koyduğum önemli bir hedef...
Başlığa taşıdığım slogan, içinde ne çok acılar barındırır bilseniz…
Öğretmenlik yıllarımda kendime koyduğum önemli bir hedef de yurtdışında öğretmenlik yaparak bu sayede yeni ülkeler, yeni insanlar, hasılı yeni kültürler tanımaktı. Bu ereğime 1994 yılının Eylül ayında Münih Havalimanı'na iniş yaptığımda eriştim.
21 Şubat, Dünya Anadil Günü'ymüş. Dünyada o kadar çok gün oldu ki 365 gün yetmez oldu. Takvimin gün sayısını 365'ten öteye mi taşısak acaba?
21 Şubat akşamı bir arkadaşım bu konuda yazmamı istedi. 'Bu sana yakışır.' diyerek motive etmeyi de ihmal etmedi sağ olsun. Her ne kadar kendimi dilci kabul etmesem de dünyanın en güzel anadilini konuşan biri olarak, yurtdışında anadili öğretmeni olarak beş yıl görev yapan biri olarak en azından belleğimde iz bırakan birkaç anıyı da bu sayede yazıya aktarmış olurum diyerek arkadaşımın önerisini benimsedim.
Almanya macerasına önce Ankara'da Gazi Üniversitesi'nde aldığımız Almanca kursuyla atıldık. Beş ay süren yoğun bir kurs dönemi, hem dil öğrenimi açısından hem de yıllar sonra buluştuğumuz okul arkadaşlarımın yanı sıra halen de süren yeni dostlukların doğmasına zemin hazırladı. Birkaç iyi öğretmen ki bunların başında Almanca ders kitabı yazarı olan Kerim Barçın'ı hiç unutamam. O dönemi iyi değerlendirmiş olmalıyım ki Münih gümrük polisine Almanca konuşarak kendimi tanıtmıştım. Ankara'da başlayan dil kursumuz, görev aldığımız bölgede Alman öğretmenimizle üç yıl daha sürdü. Ama şu gerçeği dile meraklı herkes bilir; bir yabancı dil en iyi o dilin anavatanında öğrenilir. Hele bu dil; Goethe, Schiller, Brecht gibi şairlerin konuştuğu ve yazdığı bir dilse!
Görev yerine gelmeden önce indiğim istasyonda beni karşılayan iki can dostum, şimdi hayatta değiller. Arabayla beni Arnstorf kasabasına getirdiler. Bu arada bu ülkedeki ilk şaşkınlığımı Dingolfing İstasyonu'nda rastladığım bir adam yaşattı. Adam hiç sıkılmadan, kimseye aldırmadan parkın yeşil çimenlerinin susuzluğunu gideriverdi!
Elbette bu anlattıklarımın anadille ilgisi yok ama bir yabancı ülkeye girişte karşılaştıklarımı anlatmadan da edemeyecektim.
Bavyera eğitim sistemi içinde Alman meslektaşlarıma tanınan hakların bize de tanınmış olmasının verdiği sorumlulukla tam gün görev aldığım üç ayrı belde okulunda yabancı dil öğretmeni gibi çalıştım. İkinci sınıftan dokuzuncu sınıfa kadar farklı seviye gruplarındaki Türk öğrencilerine Almanların kısaca MEU dedikleri anadili geliştirme dersi veriyorduk. Yıllık ders programını her öğretmen kendisi yapıyordu. Kaynak kitap ve öteki materyaller konusunda okul yönetimi, istediklerimizi satın alıyordu. Okulun gelişmiş fotokopi makinesinde dilediğimiz kadar baskı yapabiliyorduk. Böylesi özgür bir çalışma ortamını kendi ülkemde yaşayamasam da bize sunulan bu olanaklara da alışmak hiç de zor olmamıştı.
Hayatımda ilkokul seviyesinde hiç öğrencim olmamıştı. Hoş, ilköğretmen okulu mezunuydum, stajımızı ilkokulda yapmıştık ancak yüksek okula gidince mesleğe branş öğretmeni olarak ortaokulda başlamıştım. Temel olunca ilkokul öğrencilerimle kaynaşmakta da zorluk yaşamadım. Okulda çalışan ikinci bir Türk öğretmeni yoktu. Bu nedenle diğer öğretmenlerle iletişim kurmak için mutlaka Almanca konuşmam gerekiyordu. Onların karşısında ezik durmak istemiyordum. Bu nedenle gecemi gündüzüme katarak ikinci dilimi ilerletmeye çalıştım. Bu arada Alman meslektaşımla haftada bir gün sohbet ediyorduk. O Türkçe öğrenmeye meraklı ben de Almanca'ya meraklı olunca dillerimizi geliştirme konusunda anlaştık. Uzun zaman bu dil alışverişini sürdürdük. Her an pantolonumun arka cebinde küçük Almanca sözlüğü taşıyordum ki sıkıştığımda ona danışabileyim diye.
Bazen düşünüyorum da yurtdışında yaşayan milyonlarca Türk, benim yaptığımın ne kadarını yaptı yaşadığı ülkenin dilini öğrenmek için? Sonuçta ben, belli bir süreyle görevlendirilmiş ve sadece Türk çocuklarına kendi anadilini öğretmekle görevlendirilmişken… Gerek yaşadığım kasabadaki Türkler, gerek görev nedeniyle gittiğim diğer kasabalardaki Türklerin birinci kuşakları, Almanların deyimiyle '25 yılda 25 kelime Almanca'yla' yaşamlarını sürdürmüşlerdi. Onların çocukları ve torunları vardı benim öğrencilerim arasında. İkinci ve üçüncü kuşak, ilk kuşağın aksine eğitimlerini yaşadıkları ülkenin diliyle yapmak zorundaydılar. Bu yüzden evde konuşulan anadili, okulda öğrenilen dile yenilmek zorunda kalıyordu. Kimi zaman konuşmalarına yansıyan yarı Almanca yarı Türkçe çok garip bir dille karşılaşıyordum. Örneğin, 'Bugün şuleye gitmedim' yani çevirirsek, 'Bugün okula gitmedim.', 'Hausaufgabeni yaptın mı oğlum?' Bu da bir babanın söylediği söz olabiliyordu.
Almanca'yı öğrenirken öğretmenlerimizden edindiğimiz önemli bir nokta; anadilinin gramerine hakim olan bir kişinin yabancı bir dile kolay adapte olabileceğiydi. Ben de öğrencilerime Türkçe öğretirken bu noktaya dikkat çekerdim. Yabancı ülkede yaşayan çocukların anadillerini doğru konuşan ve yazan insanlara özellikle öğretmenlere gereksinimi bu nedenle büyük önem taşımaktadır. Yabancı ülkede öğretmenlik yapmayan birinin anadilin önemini anlaması ve anlatması hayli zordur. 'Yaşadıklarımdan öğrendiklerim var' diyen şaire kulak vermeli. Otobanda giderken yanınızdan geçen Türk bayraklı bir tır şoförüne kardeşçe selam vermenin hazzını tatmayan nasıl anlatsın rahmetli Dramalı Hasan Abi'nin Trakya şivesiyle seslendirdiği mutluluk sözlerini… O güleç yüzünden anadil özlemiyle süzülen gözyaşlarının anlamını ancak anadiliyle anlatabilir bir insan…