-DOĞUMUNDAN HARİCİYE VEKİLLİĞİNE ŞÜKRÜ SARAÇOĞLU 

 &ldquoBiyografi&rdquo veya son zamanlarda daha yaygın kullanıldığı biçimiyle &ldquoyaşamöyküsü&rdquo, tarihçilerin tarihin yazıya geçirildiği en eski zamanlardan...

 'Biyografi' veya son zamanlarda daha yaygın kullanıldığı biçimiyle 'yaşamöyküsü', tarihçilerin tarihin yazıya geçirildiği en eski zamanlardan beri, insanların merakını gidermek için başvurdukları bir yazın türüdür.

Esasen birçok tarihçi ve düşünür, taraflılıktan kaçınabilmek mümkün olmadığı için biyografilere pek sıcak bakmaz. Hiçbir ön yargı olmadan yola çıksa bile bir kişiliği ve eylemlerini incelemeye aylarını hatta yıllarını vermiş bir araştırmacının seçtiği figürle bütünleşmesi; bir döneme ve olaylara onun gözünden bakması normaldir. Fransız düşünür Pierre Bourdieu bu duruma biyografik illüzyon / yaşamöyküsel yanılsama demektedir.

Ne yazık ki, Türkiye'de biyografi çalışmaları, seçilen figür ya sevildiğinden baş tacı edilmek ya da nefret edildiğinden kötürüm bırakılmak için yazılmıştır. İstisnai örnekler elbette bulunabilir, ancak bu durum araştırmacıların kendi politik duruşlarından kaynaklanan önyargılar taşıdıkları gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Bourdieu'nun biyografik illüzyon derken kastettiği: İdeolojik kaygıların ağır basma tehlikesi tam olarak budur. Tanınmış İngiliz eleştirmen ve yazar Terry Eagleton '… herkes doğar, yaşar ve ölür, bunun ötesinde dedikodudan başka ne olabilir?' derken, biyografinin entelektüel vaadi kıt bir tür olduğuna işaret etmektedir.

Farklı disiplinler özellikle coğrafya, antropoloji, psikoloji, iktisat ve demografiyle tarihin daha sıkı fıkı olması, dolayısıyla tarihi sosyal bilimler içinde hegemonik bir konuma çıkarmayı arzulayan Analles (Anal) Tarih Okulu'nun tanınmış ismi Fernand Braudel'e göre, tarihçilik evrenine getirdikleri en kararlı yenilik, 'bireysel ve özel olayları' aşmaktı.

Çoğu zaman indirgemecilik ve de belirleyicilikle (determinizmle) suçlanan Marksist Tarih Okulu'na mensup orta (veya ikinci) kuşaktan bazı isimlerin, Soğuk Savaş döneminde kaleme aldıkları çalışmalar biyografi türüne yeniden soluk vermiştir. Marksist tarihçiler tarihin sadece yeni eğilimlerinde değil, geleneksel türlerinde de hatırı sayılır ilerlemeler kaydetmişlerdir.

Yaşamöykülerinin Türk yazını içindeki örnekleri, nitelik ve nicelik bağlamında zengin değildir. Türkiye'de biyografi yeni bir tür sayılabilir, çünkü Osmanlı hayatında bireycilik gelişmemiş olduğu için, kişilerin özel hayatlarıyla ilgili verilerin toplanması ve saptanmasına gereken önem verilmemiştir. Osmanlı hayatında yalnız padişahlar önemlidir, bu nedenle yazılan ve yazılacaklar daha çok Padişah'a övgü niteliğindedir. Diğer kişilerin eylemleri yazılmaya değer bulunmamıştır.

Her şeye rağmen, bir kaynak olarak biyografileri bütünüyle dışlamamak için sağlam gerekçeler vardır. Bizce bunların en önemlisi, toplumsal ve ekonomik etkenlerden farklı olarak tarihin inşasında kişisel saiklerin kapladığı yerdir. Esasen bu durum, Marks'ın Louis Bonaparte'nin 18 Brumaire'indeki, 'insanlar tarihlerini kendileri yaparlar. Ancak istedikleri gibi, kendi seçtikleri koşullar altında değil, geçmişte tesadüf etmiş, belirlenmiş ve geçmişten aktarılmış koşullar altında yaparlar' tümcesinin ta kendisi olup sonraları tarihçiler tarafından farklı biçimlerde dile getirilmiştir.

M. Şükrü Saracoğlu'nu yaşadığı dönem bağlamında kavrayabilmek, bir yandan geç Osmanlı ve erken cumhuriyet dönemini iyi bilmeyi, öte yandan onun yaşamıyla ilgili lehte ve aleyhte bütün verilere ulaşmış olmayı gerektiriyor. Marks, 'Alman İdeolojisi' başlıklı kitabında, 'koşullar insanı yarattığı gibi, insan da koşulları yaratır' derken son derece haklıdır. Bu sebeple özel ve kamusal yaşam ile iç dünyası (psiko-tarih) üzerinden giderek, bireyin tarihteki rolüne odaklanmanın biyografi yazarlarına doğru çıkarsamalar yapma fırsatı verdiğini düşünüyorum.

 

 

 

 

DOĞUMUNDAN İŞ YAŞAMINA ŞÜKRÜ SARAÇOĞLU

Şükrü Bey, 1887'de İzmir'in Ödemiş kazasında doğmuştur. Hafız Hüseyin, Rüştü ve Hamit isimli dört kardeşin en büyüğüdür. Babası, saraçlık yapan Mehmet Tevfik Bey; annesi, Ödemiş'in Ovakent nahiyesine bağlı Kazan köyünden Şerife hanımdır.

İlk (iptidai) ve orta mektebi (rüştiye) Ödemiş'te okuyan Şükrü Bey, İzmir'deki mekteb-i sultanide (İzmir İdadisi) 1901 yılında başladığı lise eğitimini, 1906 yılında 'aliyyüll' (en üstün) dereceyle tamamlamıştır. Aynı yıl açılan müsabaka imtihanını kazanarak girdiği İstanbul'daki Mülkiye Mektebi'nden, 1909 yılında 'iyi' dereceyle mezun olmuştur. Türklerin yaşadığı yerlerde görev almak isteyen Şükrü Bey, dönemin Dhiliye Nazırı Talat Paşa'nın huzuruna çıkıp, kendisine yardımcı olmasını istemiştir. Talat Paşa Şükrü Bey'e hak vermiş ve 'maiyet memuru' olarak İzmir'e tayin edilmesine aracılık etmiştir.

Birinci Dünya Savaşı başlamazdan önce Aydın Valiliği görevine atanan, tanınmış ittihatçılardan sabık (eski) Selanik Mebusu Rahmi (Arslan) Bey, Şükrü Bey'in çalışmalarından memnun kalmış ve Şükrü Bey'i, Batı kültürü ile tanışması için Avrupa'ya göndermek istemiştir. Kendisine yapılan teklife sıcak bakan Şükrü Bey, 1914 yılı başında devlet burslusu olarak Belçika'ya gönderilmiş, dört beş ay sonra savaş başlayınca eğitimini yarıda keserek Türkiye'ye dönmüştür. Şükrü Bey askerlik görevini yapmak üzere, İstanbul'daki Harbiye Mektebi'nde ihtiyat zabit adayı olarak iki ay talim etmiştir. Altı ay sonra da bedel-i nakdi ödemek suretiyle askerlik hizmetini tamamlamıştır. Askerlik hizmetini tamamladıktan sonra İzmir İttihat ve Terakki Merkez Ticaret Mektebi'ne öğretmen olarak dönmüştür.

Şükrü Bey, istikbali hakkında rota çizmede zorlandığı sırada, aniden rahatsızlanıp hastaneye kaldırılmıştır. Rahmi Bey, kendisini ziyaret için hastaneye gittiğinde, hastalığının sebebini anlayamayan doktorları, yurt dışına gönderilmesi gerekliliğinden bahsetmişlerdir. Bunun üzerine Rahmi Bey, Şükrü Bey'in tarafsız ülke olan İsviçre'deki bir hastanede yataklı tedavisi için rezervasyon yaptırmıştır. Şükrü Bey, hastanede yattığı günlerde İzmir'den ismine gönderilmiş resmi evraktan, Rahmi Bey'in kendisini Cenevre'deki üniversiteye kaydettirdiğini öğrenmiştir. Rahmi Bey'in bu emrivakisine ayak direyemeyen Şükrü Bey, lisansüstü tahsil için Cenevre Üniversitesi'nin 'ulûm-u siyasiye ve iktisadiye' bölümüne kaydını yaptırmıştı.

Eğitimine devam ederken, İzmir'in Yunan Ordusu'nca işgal edildiğini duyan Şükrü Bey ile İsviçre'den arkadaşı olan Kuşadalı Mahmut Esat (Bozkurt) Bey, Türkiye'ye dönme kararı almışlardır. Şükrü Bey bu sırada, Türklerin ve Türk dünyasının haklarını savunan Lozan Türk Yurdu'nun Cenevre şubesinin üyesi, ayrıca aynı kentteki Türk Talebe Cemiyeti'nin de başkanıdır. Yunan Başbakanı Venizelos, Şükrü ve Mahmut Esat'ın Türkiye'ye dönmek istediklerini haber alır almaz, Roma'ya telgraf çekerek önce İtalyan makamlarını bilgilendirmiş; ardından, Paris Barış Konferansı'na başkanlık eden Fransa Dışişleri Bakanı Clemenceau'ya gönderdiği 10 Temmuz 1919 tarihli bir mektupla 'bunlar nüfuzlu (sözü geçer) Jön Türk'tür. Ciddiyetle izlenmelidir' diyerek jurnal etmiştir. Haklarında çıkarılan tutuklama kararının yola çıkmaktan alıkoyamadığı bu iki arkadaş, İtalya üzerinden önce Rodos'a gelmişler; ardından, Mahmut Esat'ın ayarladığı bir tekne ile Kuşadası'na geçmişlerdi.

 

 

 

 

ŞÜKRÜ SARAÇOĞLU´NUN ÜSTLENDİĞİ GÖREVLER VE YAPTIKLARI

O sırada İtalyan işgali altında bulunan Kuşadası'nda, Mahmut Esat Bey'in babasına ait çiftliğe yerleşen iki arkadaş, 1919 Temmuzu'nda burada, Söke Heyet-i Milliyesi'ne bağlı 120 kişilik bir Milli Müfreze kurmayı başarmışlardır. Yunan işgali altında olan Ödemiş'te çalışamayan Şükrü Bey, Nazilli'de bulunan Demirci Mehmet Efe'nin yanında danışman olarak çalışmaya başlamıştır.

Şükrü Bey, Kurtuluş Savaşı sırasında yaptıklarını 14 Aralık 1946 tarihli Tasvir gazetesine şöyle özetlemişti:

1914-18'i kaybettiğimizde İsviçre'de bulunuyordum. Birçok güçlüklerle Kuşadası'na dönebildim. Ödemiş düşman tarafından işgal edildiği için, ben de Kuşadası'nda kaldım. Ve derhal her tarafta kurulmakta olan cemiyeti milliyelerden birini biz de kurduk. Küçük fakat azimli ve silahlı bir kuvvet topladık. Yapılan intihaplarda (seçimlerde) ben de mebus seçildim. Fakat Yunanlılar, şahsen beni aradıkları için, dolaşık yollardan ve müstear (takma) namlardan istifade ederek İstanbul'a geç varabildim. Ben İstanbul'a vardığım zaman İstanbul Meclisini kapatılmış buldum. Aranıldığımı öğrendiğim zaman, eski arkadaşım ve bugün Maliye Umum Müdürlerinden olan Ali Cemal Ziya Beyin evine iltica ettim. Bu evde tehlike olduğu için arkadaşım beni, diğer yakın arkadaşlarımın evlerinde birer müddet sakladı. Nihayet çare ve tedbirlerini bularak ve tehlikeli yollardan geçerek yine Kuşadası'na oradan Köşk Cephesine gittim. Ve Ödemiş dağlarında Köşk, Nazilli, Aydın, Koçarlı, Söke, Kuşadası cepheleri bir boydan öbür boya kadar kmilen (tamamen) tutuluncaya kadar, bu cephelerde bulundum ve memlekete faydalı olmak için elimden geleni yaptım. Pekl, bundan sonra acaba niçin Ankara'daki Meclise gitmedim? Gitmedim çünkü gidemezdim. Çünkü Meclise iltihak için tayin edilen müddet artık çoktan geçmişti. Bununla beraber ben de vazifemi sonuna kadar yapmıştım. Cephelerdeki hizmetlerimin mükfatı olarak salhiyetli (yetkili) makamlar göğsüme kırmızı şeritli bir İstiklal madalyası taktılar.

Türkiye İktisat Kongresi Delegeliği ve Belediye Başkanlığı (1923)

Yunan Ordusu'nun Anadolu'dan atılmasından sonra, memleketine dönüp çiftçilik yapmayı tasarladığı anlaşılan Şükrü Bey, Lozan'da devam eden barış görüşmelerine ara verildiği bir sırada: 17 Şubat 1923'te İzmir'de toplanan Türkiye İktisat Kongresi'ne Ödemiş'ten çiftçi delegesi olarak katılmıştır. Kongre sırasında kurulan Türkiye Çiftçiler Birliği'nin tüzüğünü hazırlayacak kurula seçilen Şükrü Bey, o sıralar Ödemiş Belediye Reisliği görevinden çekilmiş olan Başçavuşoğlu Şerif Bey'in yerine getirilmiştir.

Şükrü Bey, İzmir'den vekil seçilip gittiği İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açıldığı 1923 Ağustosu'na (mazbatasını alıncaya) kadar, belediye başkanlığı görevini yürütmüş olmalıdır. Saraçoğlu'nun verdiği bir mülakatta gazeteci Bildik'e, '… zafer kazanıldı ve memleketim olan Ödemiş'e dönerek belediye reisliğine intihap olundum. Belediye reisliğim devresinde de mebus seçilerek Ankara'ya geldim' demesi, böyle olabileceğini akla getirmektedir. Ne yazık ki, belediye başkanı olarak Şükrü Bey'in çalışmalarına ilişkin bir şeyler söylememizi mümkün kılabilecek herhangi bir veri bulunmamaktadır.

İzmir'den Mebus Seçilmesi

Aralıksız 27 yıl TBMM üyeliği yapacak Şükrü Bey'i Maarif Vekilliği'ne taşıyan süreç, bu veklet bütçesinin görüşüldüğü 24 Şubat 1924 günü söz almasıyla başlamıştı. Öğretmenlik deneyimine sahip Şükrü Bey, 'Bu güne kadar milli eğitimde büyük fedakrlıklar yapılmıştır. Birçok yollar denediği halde, halkın çoğunluğu hala okuma yazma bilmiyor. Benim kanaatimce bu büyük derdin en korkutucu noktası harflerdir. Eğer ben Arap harfi diyecek olursam burada da acaba benim fikrime isyan edecek var mı? Efendiler! Bunun tek kabahati harflerdir. Arap harfleri Türk dilini yazmaya elverişli değildir… Hacımızın, hocamızın, amirimizin, memurumuzun gayretine; yıllardan, yüzyıllardan beri yapılan bunca fedakrlıklara rağmen halkımızın ancak yüzde ikisi veya üçü okumuştur' demiş, Reisicumhur ve Halk Fırkası Umumi Reisi Mustafa Kemal'in dikkatini çekmiştir.

3 Mart 1924 günlü, Şeriye ve Evkaf Vekleti ile halifeliği kaldırıp öğretimi birleştiren (Tevhid-i Tedrisat) yasa tasarılarının altında imzası bulunan Şükrü Bey, cumhuriyet döneminin ilk anayasasının taslağı mecliste görüşülürken, Alev Coşkun'un deyişiyle bir 'yıldız gibi parlamıştır'. Şükrü Bey, Mahmut Esat'la birlikte, Reisicumhura TBMM'ni fesih ve yasaları veto yetkisi veren 25 ve 36. maddelere karşı çıkmıştır. Bu iki vekille görüşen Mustafa Kemal, o dönem anayasa komisyonu başkanlığı yapan Yunus Nadi Bey´e şunları söylemişti:

'Saatlerce görüşlerimizi açıklayıp tartıştık. Biraz sıkıştırdım da. Ama gençleri ikna edemedim. Fakat bu görüşmeden çok memnun kaldım. Türkiye'nin egemenliğine, özgürlüğüne böyle sahip çıkan, hukuka saygılı, sağlam, dürüst, dirençli, bağımsız ruhlu genç siyasetçilere ihtiyacımız var. Mahmut Esat'ı zaten beğenirdim. Şükrü Bey'i de çok beğendim.'

 

Maarif Vekilliği ve Muhtelit Mübadele Heyeti Başkanlığı (1924–1926)

Ali Fethi Bey'in (Okyar), 22 Kasım 1924'te kurduğu hükümete Şükrü Bey, Maarif Vekili olarak dahil edilmiştir. Sadece üç buçuk ay yaşayacak bu hükümette Şükrü Bey'in, maarif için hükümet programına konmuş işleri yapabilmesi mümkün değildi. Şeyh Sait Ayaklanması'nın başlamasından sonra, 4 Nisan 1925 günü yeniden hükümet kuran İsmet Paşa'nın veklet görevi vermediği Şükrü Bey, Hariciye Vekleti'nin 17 Mayıs 1925 tarihli teklif yazısı üzerine, İcra Vekilleri Heyeti'nin (Bakanlar Kurulu'nun) 24 Mayıs'ta yaptığı toplantıda, Muhtelit Mübadele Komisyonu'nun boş olan Türk Delegasyonu Başkanlığı'na getirilmişti. Türk ve Yunan halklarının mübadelesini, 30 Ocak 1923'te Lozan'da imzalanan sözleşme ve protokole göre gerçekleştirmek için kurulmuş olan bu komisyonda çalışırken, Şükrü Bey'i en çok yoran, söz konusu sözleşme ve protokolün 2. maddesiyle ilgili anlaşmazlıktı.

Bu maddede geçen 'etablis' (yerleşik) sözcüğünü, Türk ve Yunan tarafı farklı yorumluyordu. Anlaşmazlığın temelinde, Türkiye'nin mümkün olduğu kadar çok Rum'u Yunanistan'a göndererek, Yunanistan'dan gelen Müslüman/Türk nüfusu gidenlerin mülklerine yerleştirmek; Yunanistan'ın ise, mümkün olduğunca çok Rum'u yerleşik statüsüne sokarak İstanbul ile olan bağını muhafaza ve yeni bir göçmen dalgasının ülkesinde yaratacağı sorunlardan kaçınmak istemesi yatıyordu. DEVAMI YARIN 

Bakmadan Geçme