Altın Diş
Aynı yöne mi gidiyorlar? Kim bilir? Onun sağ ayağı, sol ayağına uymakta kararsız. Sağ yanı çoktan...
Aynı yöne mi gidiyorlar? Kim bilir?
Onun sağ ayağı, sol ayağına uymakta kararsız. Sağ yanı çoktan tükenmiş, bitmiş, yorulmuş. Olduğu yerde kalıverecek bıraksa. Diğeri, adeta sürüklüyor onu.
Yolu üç tekerlekli el arabasının gıcırtıları dolduruyor.
Üzerinde mavi, beyaz, pembe çiçekli pazenden bir üst donu. Çok zaman geçmiş belli. Yıllar altın diş Ayşe’yi değil, çiçeklerini de soldurmuş pazenin. Beline yakın bir yerde kocaman bir yama. Aynı kumaştan. Lakin çiçekler capcanlı. Mavi daha mavi, pembe daha bir alımlı, beyaz o henüz kirlenmemiş bile. Çiçek tomurcukları, dokunsan açıverecekler…
Çiçeklerin dalları arasına gizlemeye çalışmış Ayşe yokluğunu, yoksulluğunu.
Arabanın bir kenarına tepeleme yığdığı çerden çöpten topladığı hurdaların bir kısmı yere dökülüyor. Ardında yürüyen biri varmış da ona yetişemiyormuş gibi kederle dönüp ardına baktıktan sonra arabayı yolun kenarına çekiyor
“Olacak şey miydi bu şimdi” diyor öfkeyle.
Alelacele yere dökülen parçaları toplamaya başlıyor. Yere her eğilip doğrulması arasında yıllarca zaman varmış gibi ağır ağır işliyor zaman.
Göz göze gelmiyoruz. Lakin varlığımın farkına varmak canlandırıyor onu. Birden o yaşlı, bitkin kadın uçup gidiyor. Diriliyor üzerindeki solgun çiçekler. Yapraklar, sabah rüzgarından payını almış kadar canlı görünüyor gözüme. Parlak, yemyeşil.
“Sen bilmezsin. Sen nerden bileceksin Ayşe’yi. Altın Diş Ayşe derler bana.”
Eliyle havada kocaman bir daire çizerek devam ediyor:
“Aha! Bu gördüğün yerlerde hep benim sözüm geçerdi. Dayıbaşı Hüsnü’nün karısı derlerdi bana. Dayıbaşı Hüsnü’nün Sarı Ayşe’si.”
Yanından hızla geçen bir otomobil, az ilerde durup bir iki adamı yol kenarına bırakıp aynı hızla devam ediyor yoluna.
Ayşe suskun. Biraz korku, biraz da endişe dolu gözlerle tekrar ardına bakıp duruyor.
Yol arkadaşına bir sevgi, sadakat gösterisi sunar gibi başını öne eğiyor. Belki de dinleniyor. Birkaç nefeslik.
Suskunluğu uzun sürmüyor Ayşe’nin. Önce anlaşılmaz mırıltılar, homurdanmalar ardından yine anlaşılır sözlere bırakıyor yerini.
“Ah, ah! Ne de kadir kıymet bilir bir adamdı rahmetli. Bir gece çok dişim ağrıdıydı. Acıdan, sızıdan inim inim inlediydim. Sabahına beni bir dişçiye yetiştirdi. Söküp aldı dişimi bir çırpıda dişçi. Kocaman bir oyuk kocaman bir boşluk ağzımın içinde. Kederden düşüvermiş yüzüm.”
“Üzülme Ayşem” dediydi. “Altın bir diş yaptırırız yerine. Sen neşeyle, keyifle gülerken o da ışıl yanar ağzında. De hadi asma suratını. Yüzün düşmesin.”
Bütün o keder dağılıvermişti bu vaatle. Bir altın diş. Kimselerde yoktu. Ancak hali vakti yerinde, orta yaşını geçmiş kadınların, erkeklerin ağzında görmüştü o güne kadar. Şimdi kocası Dayıbaşı Hüsnü, ona bir altın dişten söz ediyordu.
Gerçi altın dişle ilgili abuk sabuk rivayetler de gelmiyor değildi kulağına. Altın dişiyle gömülenlerin mezarlarının açılıp dişlerinin çalındığına dair. Hem mezarlık korkutucu bir yerdi. Kendisini korkutan o yerde kim cesaret ederdi ki böyle bir şeye.
Aradan üç beş hafta geçmişti. Tütün kırmaları çoktan bitmişti. Bir cuma günü kocası:
“Hadi Ayşe” demişti. “Hazırlan. Dişçiye gidiyoruz.”
Yan tarafta çift süren traktörün gürültüsü doldurdu ortalığı.
Ayşe gülümsedi ardına dönüp. Yol arkadaşı hala ona yetişememişti sanki.
Ağzındaki altın diş parıldadı. Onun bütün yoksulluğuna inat. Altın dişin yanındaki dişler, bir ömrü beraber tükettiği kocası gibi çoktan yerini bir karanlığa bırakmıştı. Bakışları artık sağa sola kaymıyordu. Sağ ayağı da sol ayağın ritmine uymuştu. Ağır aksak yaklaşan akşam üşentisi gibi karanlığa karışacaklardı az sonra.
Aynı yöne mi gidiyoruz? Hepimizin geldiği yön gittiği yön aynı aslında. Yaşama açılan kapı, ölüme açılan kapı ile noktalanıyordu. Geriye ne kalıyordu ki geçen zamandan.
Ayşe, bir çöp yığınının yanında durdurdu arabasını. Yorgun bakışları etrafı süzdü önce, sonra çöp yığının üzerinde durdu. Mavi, siyah çöp torbalarından koca bir yığın. Bazı torbalar parçalanmış, içindekiler etrafa saçılmıştı. Eski, alüminyum bir çaydanlığı aldı eline. Ters çevirip içindekileri döktü. Sonra arabanın içine fırlattı. Ardından da beyaz, çizgili bir kadın ayakkabısını.
Bir deli rüzgar eser. Deli bir rüzgar. Ve savrulur her şey. Herkes kendi kabuğundan çıkar. Yaklaşır birbirine. Sonra sorular, sorgulamalar, kırmalar, kırgınlıklar alır götürür her şeyi. Kimileri yiter gider, kimileri çok gerisinde kalır yolun… Bazıları için de sanırız ki yanımızda yahut az gerimizde yürüyorlar bizimle.
Sevgi, dostluk ve umutla…
Bakmadan Geçme





