Akşamın öyküsü
Sanki bir şenlik var. Bir şamata, bir cümbüş. Yeşiller dile gelmiş, salınıyor rüzgarla akşamın ilk demlerinde....
Sanki bir şenlik var. Bir şamata, bir cümbüş. Yeşiller dile gelmiş, salınıyor rüzgarla akşamın ilk demlerinde. Koyuldukça koyuluyor yeşilin tonları. Ağırlaşıyor renkler. Hakiden neftiye çalıyor usul usul. Koyulaşan renklerle birlikte senfoninin hızı da artıyor, yükseliyor ses gittikçe. Sanki her yaprağı bir kuş kendine benlenmiş ve onlar salındıkça şarkıları, şamataları belki de söyleşileri, zikirleri artıyor. Ufak ufak iniyor aşağıya kurumuş yaprakların, dalların tozcukları, eleniyor akşamın üstüne Eylül… Adeta sesten bir tabaka oluşturup örtüyorlar günün üstünü. Karşılıyorlar geceyi hiç acele etmeden ama hızlanan bir tempoyla. Çelişiyor bu durum kendi içinde. Konuşan ağaçlara ve parka dönüşüyor kuşlarla ağaçlar. Gittikçe genişleyen bir halka gibi ağaçtan ağaca geçen bir ahenkle örüyorlar şehrin örtüsünü, örtüyorlar üstünü. Sarmalıyorlar çepeçevre bir bulut gibi yeri göğü…
Biraz daha perde koyulaşınca akşamın üstünde onlar görevlerini bitirip belki de yorgunluktan sessizliğe bürünecekler yerlerini gece bülbüller, cırcır böceklerine bırakarak. Onlarla birlikte başka bir perdeden başka bir söyleşi başlayacak. Sanki bulaşıcı bir durum var gibi. Birinin bitirdiğini diğeri devralıp devam ettiriyor. Bayrak yarışı. Bitmeyen bir ahenk, bitmeyen bir musiki, bitmeyen varlık gösterme çabası sürüp gidecek. Bir süreğenlik, uyum ve değişim ile hayat dinamizmini koruyor. Sürekli bir devinim, tebeddülat. Durağanlık yok hayatın özünde…
Ağaçların altında kurulu masalarda oturmuş insanlar, çaylarını yudumlayarak günü akşama bağlama çabasındalar. Kimsenin acelesi yok. Yaz olmasının getirisi bu. Uzun günün yorgunluğundan birkaç yudum çaya sığınıp akşamın ağdalı inişini özümseme çabası insana özgü. Kuşların kulakları boğan yoğun sesleri altında söyleşiler de bitiyor. Sessizliğe bürünüyor insanlar. Belki de iç seslerine kulak veriyorlar usuldan. Öteden çalan radyodan kuş sesleri arsında kendine yol bulup bir ses çalınıyor kulaklara;
“Yağmur yağsa, uykum kaçsa
Bir kuş konsa badi parmağıma
Ağlardım bir başıma.”
Bu sözler belki de pek çoğunu taşıyor geçmişe, çocukluğuna, ilk gençliğine, annesine, ilk sevdasına… Ağırlaşıyor zaman, unutulmuş ne varsa eşeliyor, sancıyor belki yüreklerinin bir yeri, kanıyor. Ya da özlediklerine taşıyıveriyor o perde perde inen akşamla birlikte insanın dimağını… Sonra ne öyküler yazılıyor, ne anılar küflü sandıklardan çıkıyor, ne sırlar deşifre oluyor.
bir rüzgar dokundu perdeme
ılık eliyle
bir serçe
bir serçe tıkladı camımı
aç pencereni “muştuyum” dercesine
uzattım elimi
çocukluğum avuçlarımda
gözümde bir ışık
düştüm düşümün ardına
bir kanat çırpımı…
bir kar tanesi
kondu burnumun ucuna
eridi
uçtu düşüm
düştü düşüm
perdem havalandı
uçtu serçem
uçtu
bir başak aşkına
buğday tanesine
kaldım bir başıma…
Bakmadan Geçme





